Saturday, January 12, 2013




En İyi 10 Grafik Roman

Öncelikle çizgi roman ve grafik roman arasındaki farkı belirterek başlayayım. Grafik roman kimi zaman hikaye ve kurgunun karmaşıklığı, kimi zaman çizgilerin detaycı ve sofistike oluşu (zaman zaman yağlı boya tekniklerinden de yararlanılıyor), kimi zaman da basıldığı malzemenin kalitesi ve kağıt ölçüleri açısından çizgi romandan farklılık gösterir. Aslında 80’lerin sonlarına doğu ortaya çıkan bu terim, içerik açısından çok daha kışkırtıcı, düşündürücü, grafik şiddet ve cinsellik barındıran ve genellikle yetişkinlere hitap eden çizgi romanlar için kullanılır. Çoğu grafik romanın oturmuş bir hikaye örgüsü, farklı karakterler aracılığıyla hikayelere getirdiği farklı bakış açıları ve ara sıra olağanüstü başarılar gösterseler de, süper kahramanlıktan çok uzak, gerçekçilikle özdeşleşmiş, hayata dair karakterleri vardır.

Çizgi romanlar ile aralarındaki en belirgin farklılıkları açıkladık. Peki grafik romanların, ‘roman’ romanlardan farkı nedir? Haliyle en büyük fark çizgilerde yatıyor. Ne kadar göreceli olsa da, bunun hem olumlu hem de olumsuz sayılabilecek yönleri var. Bir romanda kelimelerin dokusuna ve hayal gücünüze göre yarattığınız imgelemler, grafik romanda sanki zorla zihninize yerleştiriliyormuş gibi hissedersiniz. Bu anlatım aracının en büyük gücü ise, yine zihninize yerleştirdiği renklerin, çizgilerin ve sembollerin yardımıyla bilinçaltınızı harekete geçirmektir. Bir vahşet sahnesini kelimelerle özümsemek yerine, çizgilerin ve renklerin gücünden beslenerek bilinçaltınıza aldığınız zaman bunun etkisinden uzun süre kurtulamazsınız. Belki de grafik romanın en güçlü yanı, sayfalarca cümlenin yarım yamalak anlatabileceği bir sahneyi tek bir karede, çarpıcı bir biçimde özetleyebilmesidir. Bu türün popülerliğinin giderek arttığını gösteren en iyi örnek ise, Alison Bechdel’in 2006 yılında çıkarttığı “Fun Home” isimli yarı otobiyografik grafik romanının, Time dergisi tarafından yılın en iyi on romanı arasına alınmış olması.

Not: En beğendiğim grafik romanlardan oluşan bu listeyi hazırlarken süper kahraman hikâyelerinin anlatıldığı eserleri eklemekten kaçındım.

1. Persepolis
Marjane Satrapi’nin çocukluktan ergenlik çağına kadar, İslami Devrim sırasında ve sonrasında yaşadıklarını anlattığı, otobiyografik grafik romanı. 2007 yılında çekilen filmi ile animasyon film dalında Oscar’a da aday olmuştu. Okurken oldukça etkilendiğimi ve yaşadığım coğrafya ile de zaman zaman bir paralellik kurduğumu söyleyebilirim. Satrapi’nin eseri hakkındaki düşüncelerini şöyle açıklıyor: “İran, bu eski büyük uygarlık çoğunlukla fundamentalizm, fanatizm ve terörizm ile birlikte tartışıldı. Hayatının yarısından fazlasını İran'da geçirmiş bir İranlı olarak biliyorum ki bu imaj gerçeklikten çok uzaktır. İşte bu nedenle Persepolis'i yazmak benim için bu denli önemliydi. Bütün bir ulusun birkaç köktendincinin günahlarıyla yargılanmaması gerektiğine inanıyorum. Aynı zamanda özgürlüğü savunurken hayatlarını cezaevinde yitiren, Irak'a karşı savaşta ölen, farklı baskıcı rejimler altında acı çeken ya da ailelerini terk etmek ve memleketlerinden kaçmak zorunda kalmış İranlıların da unutulmasını istemiyorum.”

2. Transmetropolitan
Warren Ellis tarafından yazılmış, Darick Robertson tarafından çizilmiş bu grafik roman yayınlandığından çok az satmış ancak altmış sayılık macerasından sonraki iki üç yıl içerisinde bir kült haline dönüştürülmüş. Ellis’in bir anti-kahraman olarak yarattığı Spider Jerusalem ismindeki gonzo gazetecisini, beş sene uzak kaldığı The City’e geri dönüp ve haber ve habercilik üzerinden geleceği sorgulamaya çalışırken takip ediyoruz. Siberpunk ve transhümanizm öğeleriyle dolu bu süreç boyunca karşılaştığı ve şehirle birlikte vücut bulan bir ‘pislik’ içerisinde bu anti-kahraman yavaş yavaş da olsa bir kahramana dönüşüyor. Darick Robertson’ın çizgilerinin de şehre olağanüstü bir canlılık verdiğini ve şehrin de aslında kurgu içerisinde önemli bir karakter gibi yansıtıldığını da (Blade Runner’ın 2019 Los Angeles’ı gibi) eklemem gerek.



3. Sandman
Her ne kadar gereğinden ve hak ettiğinden fazla övüldüğünü ve artık norm belirleyen bir endüstri standardı haline getirildiğini düşünüyor olsam da, Neil Gaiman’ın yazdığı ve dünyanın en ünlü çizerlerinin çizgileriyle canlandırdığı 10 ciltlik Sandman serisini kesinlikle okunması gereken bir eser olarak düşünenlerdenim. Endless ailesinin yedi bireyinin hikâyelerinin anlatıldığı bu grafik roman, aldığı sayısız ödül, hakkında yazılmış yüzlerce akademik makale ve üzerine övgü şeklinde çıkartılmış onlarca çizgi roman ile karanlık ve rüyamsı bir fantastik kurgu başyapıtı olarak değerlendirilir. Endless ailesinin yedi kardeşinin her biri için tanımlayıcı olan ve aynı zamanda güçlerinin simgesi haline gelmiş sembolleri şunlardır: Destiny(kader) için book(kitap), Death(ölüm) için ankh, Dream(rüya) için helmet(miğfer), Destruction(yıkım) için sword(kılıç), Desire(arzu) için heart(yürek), Despair(umutsuzluk) için ring with a hook(kancalı yüzük), Delirium(delilik) içinse chaotic pattern (karmakarışık desen.

4. From Hell
Alan Moore’un yazdığı ve Eddie Campbell’in çizgileriyle hayat verdiği bu karanlık grafik roman, 1880’lerin sonunda Londra’yı dehşete boğmuş bir seri katil olan Jack The Ripper’ın (Karındeşen Jack’in) kimliğini ve eğilimlerini açığa çıkartmaya uğraşan bir müfettişin başından geçenleri konu alıyor. 527 sayfalık bu grafik roman, 1800’lerin sonunda yaklaşmakta olan kapitalist düzene yaptığı göndermeleri, İngiliz Kraliyet Ailesi ve tebaasını eleştirdiği anlatımları ve yozlaşmış toplum hicvi ile sıradan bir polisiyeden çok daha fazlasını sunuyor. Alan Moore’un bu eserinin belki de en ilgi çekici yanı, döneme damgasını vurmuş birçok ünlü kişinin olaylarla uzaktan ya da yakından bağlantılı olduğunun vurgulanması. Bu ünlü kişiler arasında Fil Adam Joseph Merrick, Oscar Wilde, William Morris, Walter Sickert ve bir ara kısa pantolonu ve elma şekeri ile polisin karşına geçip, onlara büyü ve sihir hakkında bir ders veren Aleister Crowley de var.




5. V for Vendetta
Yine Alan Moore’un yazdığı ve bu sefer muhteşem çizgileriyle David Lloyd’un kâğıda döktüğü bu on bölümlük grafik roman, 1980’ler İngiltere’sine distopik bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Anarşinin tanımına Thatcher İngilteresi üzerinden bakmamızı sağlayan, renkleri ve çizgileri ile okuyucunun bilinçaltını kamçılayan ve grafik roman sanatının doruk noktalarından biri kabul edilen bu eser, biraz da kötü bir uyarlamayla sinemaya aktarılmış ve yine de büyük beğeni toplamıştı.

6. Y: The Last Man
Prince of Baghdad, Ex Machina ve Saga gibi birbirinden ilginç işlere imza atan Brian K. Vaughan’nın yazdığı ve Pia Guerra’nın çizdiği bu grafik roman serisi, dünya üzerindeki bütün erkek memelilerin ölmesi üzerine hayatta kalan tek bir erkeğin başından geçenleri, distopik bir gelecek ve anaerkil bir toplum çerçevesinden sunuyor. Fortune dergisi tarafından dünyanın en zenginleri arasından gösterilen 500 kişinin 495’i, makine, elektrik ve inşaat işleriyle ilgilenen tüm işçilerin ve mühendislerin %99’u ve politikacıların %90’ı, ‘Y’ kromozomunu etkileyen bir virüs yüzünden ölünce, hayatta kalan tek erkek olarak yaşamak, aslında o kadar da keyifli bir tatil olmaktan çıkıyor. Kesinlikle kaçırılmaması gereken bir hiciv olarak okumanızı tavsiye ederim.






7. Akira
Bu muhteşem destanı buraya taşımasam kendimi suçlu hissedebilirdim. Katsuhiro Otomo’nun hem yazdığı hem de çizdiği bu 2180 sayfalık manga grafik roman, 2019 yılında (Blade Runner’a bir gönderme mi acaba?) bir nükleer bomba sonrası başlayan 3. Dünya Savaşı sırasında Tokyo’da yaşananları anlatıyor. Çizgilerinin etkisinden saatlerce kurtulamayacağınız bu kült eser, siberpunk görselliğinin doruk noktası olarak anılır.










8. Fables
Bill Willingham’ın yazdığı ve DC Comics bünyesinde çalışan farklı sanatçıların çizdiği, naiflik ile şiddet içeren görsel anlatım arasında gidip gelen, masalımsı bir grafik roman Fables. Aralarında Pamuk Prenses, Beyaz Atlı Prens, Kötü Kurt ve Pinokyo gibi masal kahramanlarının ve karakterlerinin bulunduğu ve kendilerine Fables adına veren bir grup, masal ülkeleri ‘Adversary’ olarak bilinen ancak kimliği açıklanmayan birisi tarafından işgal edilince insanların dünyasına (kendi deyimleriyle mundy world’e) kaçar. New York şehir merkezinde kaçarlarken yanlarında getirebildikleri servetleri ve farklı sihirleri ile Woodland Apartments olarak bilinen bir komün kurarlar.





9. Hellblazer: John Constantine
İlk olarak Alan Moore tarafından yaratılan ve daha sonra, aralarında Garth Ennis, Mike Cary ve Warren Ellis gibi yazarların olduğu bir yaratıcı kadro tarafından sürdürülen bu grafik romanda, bir anti kahraman olarak değerlendirebileceğimiz John Constantine’in maceralarını izliyoruz. Asıl amacı insanlığın iyiliği için mücadele etmek olan bu kahraman, hedefine ulaşmak için üçkâğıtçılığını, düzenbazlığını ve riyakârlığını kullanırken yeri geldiğinde de arkadaşlarını yüzüstü bırakmaktan çekinmiyor. Günde üç paket sigara içen, trençkotlu, karizmatik bir büyücü olan John Constantine aslında bu adi kişiliğine rağmen karanlık güçlerle dünyamız arasında durmayı başaran, beyaz zırhlı bir şövalyedir. İçerik açısından gelmiş geçmiş en iyi grafik romanlar listesinde belki üst sıralarda kendisine yer bulamayacak olsa da, John Constantine karakteri çizgi roman dünyasının yaratmış olduğu en çarpıcı karakterlerden biridir.

10. The Walking Dead
Robert Kirkman tarafından kaleme alınan ve önceleri Tony Moore ve daha sonra da Charlie Adlard’ın çizer olarak üzerinde çalıştığı, zombi apokalipsi türünde bir grafik roman. Oldukça sıradan görünen bu konu, hikâye ilerledikçe zombi salgınının nedenlerine değinmekten çok, anti toplum temalarıyla örülü bir doğalcılık içerisindeki muhteşem karakter gelişimleri ve değer yargılarının sorgulanmasıyla okuru içine çekiyor.











Referanslar:

Sunday, December 23, 2012




Choice Is The Time Killer?

Why do I feel like there’s not enough time in the world for all the things I’d like to do? Why do I have this nagging feeling that I’m missing out the opportunities of my lifetime? Is it even remotely logical for me to feel frustrated at hours spent sleeping? How is it even possible for me to doubt the validity of the things that I read, and watch, and listen to? Why do I feel guilty because I prefer to do something I really enjoy instead of working? Could it be there’s so much clutter disguised as considerable and substantial content that I’m feeling lost trying to find the epic?

Why does it feel like everything’s a remix of a remix of a remix? Is it because there’s nothing original left to create? Or is it because original stuff created cannot reach me in this day and age of the technology? Or am I being fed mediocre content cloaked as masterpieces? Does my longing for the content created in the past fuel this melancholy? Do I even ‘get’ what’s being produced today? Should I just ‘dig deeper’ until I find the gem that appeals to my taste?

And is it really true that everything created is a copy of a copy of a copy? Filmmaker Kirby Ferguson tries to shed light into the subject with his four part video series.


I’m watching films adapted from novels emulating comic books imitating concept rock albums. I’m being fed TV shows reminiscent of other TV shows. I’m reading thousand-page tomes which could be written as novellas. Same news, same arguments. Amidst all this junk, I’m brainwashed into reasoning that, somehow, there are more alternatives to what I watch, and read, and listen to. After watching this movie, I should watch that one as well. That novel is a trilogy, so I should read all three to capture the essence. Why don’t I just try that other band which makes equally crappy music? I just sit, my spinal cord removed, watching lesbian vampires hunting zombie cowboys, punk aliens making love to cyborg child molesters. Where do I recall that actor from? Was he playing on that series by that same producer and same writer that was telling the exact same story five years ago? And while struggling to catch up with all that, I try to make time for work, for friends, for family.

Am I actually blinded by abundance of choice? In his 2005 TED Talk, Barry Schwarttz claims that freedom of choice has made us more paralyzed, dissatisfied and anxious. He’s trying to rationalize our behaviors from the economical perspective, but his considerations can most definitely be adopted to analyze our psyche – well, mine at least.


Can this analogy of that infamous professor be more logical than it sounds?

Upon entering his class a little late, a professor teaching philosophy picks up a large an empty mayonnaise jar and fills it with golf balls. He then asks the class if the jar was full. Students all agree that it was. The professor then picks up a box of pebbles and pours them into the jar. As he shakes the jar lightly, the pebbles roll into the open areas between the golf balls. Then he asks again if the jar is full or not. The students all agree that it is. The professor then picks up a box of sand and pours it into the jar. Inevitably, the sands fill up everything else. He asks one last time if the jar is full. And the students all agree that it is. The professor then produces two beers from under the table and pours everything into the jar, filling every space. The students laugh.

“Now,” says the professor, “I want you to recognize that this jar represents your life. The golf balls are the important things—-your family, your children, your health, your friends and your favorite passions—-and if everything else was lost and only they remained, your life would still be full. The pebbles are the other things that matter like your job, your house and your car. The sand is everything else—-the small stuff. If you put the sand into the jar first,” he continues, “there is no room for the pebbles or the golf balls. The same goes for life. If you spend all your time and energy on the small stuff you will never have room for the things that are important to you. Pay attention to the things that are critical to your happiness.”

One of the students raises her hand and inquires what the beer represents. The professor smiles and says, “I’m glad you asked. The beer just shows you that no matter how full your life may seem, there’s always room for a couple of beers with a friend.”

In his TED Talk, Harvard psychologist Dan Gilbert explains why our beliefs about what will make us happy are often wrong. Maybe we should all start taking care of the golf balls first.



Reference:



Wednesday, December 5, 2012




Paylaşmanın Cazibesi

İnsanlar birey olduklarını, yani toplumun birer parçasına dönüştüklerini duyumsadıkları zaman toplumdaki yerlerini kavrarlar ve bu yerlerini belirlemeye başlarlar. Sosyalliğin kabaca bir tanımını yapacak olursak, tanımadığımız insanların sorunlarını hissetmek, onların duygularını paylaşmak, toplumun sorunlarıyla ilgilenmek suretiyle çözüm üretmek, soru sormak, sorgulamak, öğrenme arzusu duymak, salt kendi dünyası içindekileri değil, dışındaki dünyayı da araştırıp öğrenmek ve bu iradeye sahip olabilmek ‘sosyal olmak’ demektir. Bu tanım doğrultusunda, iletişimi dar, eksik ya da yetersiz olan insan, sosyal olamaz. Bireyin duygu, düşünce veya bilgilerini başkalarına aktarabilmesi ve bunun için her türlü yola başvurma çabasıdır sosyal olmak. Sosyal bireyler olmamızın temel gerekçelerinden biri olarak paylaşmayı gösterebiliriz. Aslında bu yazımda, değer yargılarının yavaş yavaş bulanıklaştığı, ahlak kavramlarının iç içe geçtiği, özümseyemesek de farklı topluluklara, kültürlere, dillere, anlayış biçimlerine ait olduğumuz gerçeğinin giderek çarpıtıldığı, çağdaşlaşmak kisvesi altında tekdüze yaşamlara kıstırılan bireylerin yetiştirildiği bir neoliberal sistem içerisinde paylaşmanın farklı boyutlarına değinmek istiyorum. Neden paylaşıyoruz? Neleri paylaşıyoruz ya da paylaş(a)mıyoruz? Paylaşım araçlarımız ve ortamlarımız neler? Biz paylaşırken kimler nemalanıyor?

Yaptığımız, düşlediğimiz, kurguladığımız, iyi ya da kötü, her şeyi birileriyle paylaşma ihtiyacı duyuyoruz. Düşündüklerimizi, fikirlerimizi, duygularımızı birilerine anlatma ihtiyacı hissediyoruz. Dinlediklerimizi, izlediklerimizi, okuduklarımızı, duyduklarımızı, öğrendiklerimizi ortak bir zemine taşımak istiyoruz. Birikimlerimizi paylaştığımız kişilerin bizi anlamalarını, bu birikimlerimize onay vermelerini, desteklemelerini, saygı göstermelerini, paylaştıklarımızla sevinmelerini, kendilerini güvende hissetmelerini istiyoruz. Bu sosyalleşme, kaynak konumundayken birikimlerimizi paylaşmakla bitmiyor; alıcı konumuna geçip, başka bireylerin paylaştıklarını da öğrenmek istiyoruz. Bu paylaşma etkileşimi aslında çift taraflı ve işin özünde, paylaşımla var oluyoruz. Hayatımızın her anına girmiş olan paylaşma ihtiyacının, paylaşma yöntemlerinin, paylaşım türevlerinin, paylaşım araçlarının, kısacası paylaşım eyleminin, fazlalaşması ya da azalmasıyla, etkilediği ve etkilendiği çok farklı alanlar var: Kültür, sanat, sosyo-ekonomik yapılar, dil, bilim, eğitim, yönetim sistemleri, dinler, savaşlar vs. Bunların ayrıntılarına girmeyeceğim fakat sosyalleşme ile özleştirebileceğimiz paylaşımın, aslında insanlığın ve insani olan her türlü etkileşimin temelini oluşturduğunu belirtmekte yarar var.

Peki bu paylaşma ihtiyacı nereden doğuyor? Paylaşmak, varlığımızı tanımlayabilmemiz için gerçekten bu kadar önemli mi? Paylaşmayı, en basit tanımıyla, “elinde olanın bir kısmını başkalarına vermek, elindekileri beraber kullanmak,” olarak özetleyebiliriz. Aslında elimizdekilerin bir kısmını paylaştıkça sahip olduklarımızın azalacağı, birikimlerimizi paylaştıkça bunların değer kaybedeceği izlenimi oluşsa da, paylaşma eylemi arttırma özelliğine sahiptir. Güzel şeylerin paylaşılmasıyla alınan keyfin artması, kötü tecrübelerin paylaşılmasıyla direncin artması, bilginin paylaşılmasıyla farkındalığın artması, hissettiğimiz duyguların paylaşılmasıyla bizi daha iyi anlayan insanların artması, paylaşmanın özünde güçlendirici ve birleştirici bir etmen olduğunu doğruluyor.

Paylaşmanın sosyal boyutunu inceleyecek olursak, aslında çok da farklı bir çıkarımla karşılaşmıyoruz. Okuduğumuz kitapları, dinlediğimiz müziği, izlediğimiz filmleri, kendimize yakın hissettiğimiz, bizimle ortak zevkleri olan insanlarla paylaşmadığımız ya da paylaşamadığımız zaman bu birikimlerimizin gereksiz yere edinildiğini düşünüyoruz. Bize faydası olmayacağını düşündüğümüz bilgileri ya da birikimleri, tamamen zaman kaybı olarak algılıyoruz ve faydası olacağını düşündüğümüz birikimleri (hoşlandığımız müzikler, kitaplar; zevk aldığımız filmler, diziler, vb.) edinmeden önce, karşılaştırma yöntemi olarak paylaşılan birikimlerin ne kadar beğenildiğini araştırıyoruz. Artık izleyeceğimiz bir filmin konusunu ve oyuncularını öğrendikten sonra en çok ilgimizi çeken şey, filmin ne kadar beğenildiği oluyor. Ortak zevklerimizin olduğunu düşündüğümüz insanlarla yakınlaşıyor, onların paylaştıklarını ve beğenilerini takip ediyor, kendi zevklerimize hitap etmeyen paylaşımlar yapan insanlardan uzaklaşıyoruz. Benliğimizi şekillendiren bu birikimlerimizi daha rahat paylaşabilmek için, daha çok bizim gibi yemek yemekten, alışverişe çıkmaktan hoşlanan, spor yapmayı seven, bilgisayar oyunlarına ya da romantik filmlere bayılan, dağcılıktan ya da balık tutmaktan anlayan insanlarla birlikte olmaya, bu tür insanlarla iletişime geçmeye, onların beğenilerini öğrenmeye çalışıyoruz. Bu tür bireylerle, yani bizimle aynı ‘kafa yapısına’ sahip insanlarla buluşabilmek için birikimlerimizi farklı platformlarda paylaşıyoruz. Artık oynadığımız bilgisayar oyunlarını, çizdiğimiz resimleri, çektiğimiz fotoğrafları milyonlarca kişiye ulaştırıyoruz; artık bu aktiviteleri canlı olarak sunabileceğimiz ortak paylaşım alanları var. İş tecrübelerimize ve çalıştığımız işe dayalı olarak ‘tanıdık’ edinmemizi sağlayan sosyal ağlar bile mevcut.

Bu ortak beğeniler üzerinden ‘rafine etme’ işlemi sonucunda, aslında sosyalleşiyormuşuz gibi görünsek de, ister istemez kendi rahatlık alanımızda büyütebileceğimiz farklı topluluklar oluşturuyoruz. Bu topluluklarda aidiyet hissimizi güçlendiriyoruz, bu klanlara ortak zevklerinden emin olmadığımız bireyleri almıyoruz, bu örgütlerin gerektirdiği ritüelleri eksiksiz gerçekleştiriyoruz ve farkında olmasak da, ‘inwardness’ diye tanımlanan ‘içedönüklüğü’ gerçekleştiriyoruz. Bireylerin yaşları ilerledikçe, kültür seviyeleri ve ekonomik gelişmişlikleri arttıkça, sosyal statüleri değiştikçe bu içedönüklüğün bir getirisi olan beğeni sınırlarının keskin hatlarla belirlenmesi sonucu, ortak zevkler paylaştığımız toplulukların özelleştirme kriterlerini arttırırken, iletişim içinde olduğumuz insanların sayısını azaltıyoruz. Kendimizi bir anda, kendi uğraştığımız hobilerin en iyi vakit geçirme araçları olduklarını savunurken buluyoruz, dinlediğimiz müziğin, izlediğimiz filmlerin en iyiler olduklarına karar veriyoruz. Bu özelleştirmenin bir ileri kademesi olarak, bizimle ortak zevkleri paylaşmayan bireyleri dışlıyoruz, beğenilerini küçümsüyoruz, paylaşımlarını değersiz görüyoruz. Sırf popüler olmadıkları için gezdikleri yerleri, yedikleri yemekleri, hoşlandıkları roman türlerini ve ötesinde, seçime dayalı olmasa da, yaşadıkları hayat tarzlarını, işlerini, medeni hallerini, dinlerini, ırklarını, kültürlerini beğenmiyoruz. Aslında neleri paylaşmadığımız da bu dışlanma, beğenilmeme, küçümsenme ya da önemsenmeme korkularımızla ilintili. Farklı ilgi alanlarına sahip insanlara kendimizi beğendirebilmek için, genellikle popüler olan birikimlerden bahsediyoruz, popüleri tüketirken (kullanırken) bir bakıma popüleri de besliyoruz. Ve tüm bu paylaşımların değerlendirmelerini yaparken, ortaya konan birikimleri, içeriğinden çok, ne kadar beğenildiği üzerinden yargılıyoruz.


Teknolojinin de, bu beğeni kriterlerinin sağlanmasında belirleyici bir etmen olduğunu unutmamamız gerek. Artık izlediğimiz filmleri ve dizileri başkalarıyla paylaşacağımız birden çok platform var. Dinlediğimiz müzikleri, çektiğimiz resimleri, sevdiğimiz yemekleri, okuduğumuz kitapları artık ortak kullanım alanlarında paylaşıp, herkesin beğenisine sunuyoruz. Bu ortak kullanım alanlarına en başta Facebook, Twitter, YouTube, MySpace, Instagram gibi siteleri örnek gösterebiliriz. Bizimle benzer zevklere sahip insanlarla iletişime geçebilmemizin en kolay yolu, belki de bu tür sitelerde paylaşımlarımıza aldığımız geribildirimler. Artık okuduğumuz kitabın içeriğinden emin olabilmek ve boşuna okumadığımız ya da okumayacağımızı sağlamlaştırmak için başkalarından aldığımız geribildirimleri takip ediyoruz. Yeni müzikleri kendimiz keşfetmek yerine, paylaşılma oranlarına bakarak popüler olana doğru yöneliyoruz. Herhangi bir makaleyi, köşe yazısını, denemeyi ya da kısa öyküyü okumadan önce, kimler tarafından, ne kadar beğenildiğini araştırıyoruz. Paylaşımların ne kadar çok beğenildiği, yorum aldığı ya da yeniden paylaşıldığı, artık paylaşılan birikimlerin içeriğinden ya da doğruluğundan bile daha önemli hale gelmiş durumda.

Bireylerin kendilerini gerçekleştirmeleri için gerekli olan bu paylaşma ihtiyacı, istismar edilen her insani ihtiyaç gibi güdümlemeye açık bir alan ve bu ihtiyaçtan faydalanmasını bilen kişiler ve kurumlarca ele geçirilmiş durumda. Satın aldığımız her kitap, müzik CD’si, sinema, gösteri, konser bileti, izlediğimiz filmler ve diziler, kısacası bizlerle, insanlıkla birikimlerini paylaşmaya çalışan bireylerin ürünleri (fikir haklarından ayrı olarak entelektüel mülkiyetleri), bizimle buluşmadan önce en az iki üç aracı organın elinden geçiyor. Bu aracı organlar arasında dağıtım şirketlerini, menajerleri, büyük plak şirketlerini, medya kuruluşlarını, organizatörleri, reklam şirketlerini, yasal temsilcileri ve denetleyici organlar olarak mahkemeleri, yasa koyucuları ve düzenleyici üst kurulları gösterebiliriz. Bu entelektüel mülkiyet haklarına sahip bireyler, yani ‘gerçek üretici’ konumundaki kişiler, ürettiklerinin satışından elde edilen karın ancak yüzde kırkını alabiliyorlar (bu da çok iyimser bir tahminle). Kısacası bu aracı organların ‘işleminden’ geçmiş, satın aldığımız her entelektüel mülkiyet için, ederinin (ki bu da tartışmaya çok açık bir konu) yaklaşık iki katından fazlasını ödüyoruz. Amacım, genel anlamda dağılmaya yüz tutmuş bu sosyo-ekonomik düzen içerisinde yer alan kapitalist öğelerin araçlarını tek tek çürütmek değil. Bu ancak başka bir yazının konusu olabilir. Fakat dikkat çekmek istediğim konu, yerine henüz sağlam temellere dayalı bir sistem geliştirilemese de, kapitalizm sonrası uygulanabilecek sosyo-ekonomik ve kültürel değişim dönemi için internetin sağlayabileceği paylaşım ortamlarının da şimdiden ele geçirilmiş olması.

Teknolojinin, özellikle de internetin devreye girmesiyle bu paylaşımlara sekte vuran aracı organlar sadece şekil değiştirip, farklı ortamlarda farklı yasal kuruluşlar, yasa koyucular ve dağıtım kanalları olarak karşımıza çıkıyorlar. Düzenleyici üst kurullar, yerlerini internet sağlayıcılarına, büyük plak şirketleri, yerlerini internet üzerinden ücretli yayın yapan müzik sitelerine, dağıtım şirketleri, yerlerini YouTube, MySpace, Blogger, iTunes gibi çok amaçlı ortak kullanım alanlarına bırakıyorlar. Aracıların internete taşınması olarak tanımlayabileceğimiz bu geçiş dönemi boyunca, büyük şirketlerin küçük ve bağımsız şirketleri bünyelerine katmaları ya da satın almaları sonucu, rekabet ve özellikle de muhalefet ortadan kalkıyor. Artık gerçek üretici konumundaki, birikimlerini paylaşmak isteyen (çıkar amaçlı ya da değil) bireylerin, internet üzerinden de kitlelere ulaşabilmeleri için, bu tekel konumundaki şirketlerin, devlet kurumlarının ya da internet sağlayıcılarının uyguladıkları etik düzenlemelere, tarife fiyatlarına, telif hakkı anlaşmalarına boyun eğmeleri gerekiyor. Bu düzenlemelerde devletlerin politikalarının da payı büyük. İnternet kullanımının, dolayısıyla paylaşımın yasaklandığı ülkelerde kalkınmadan, kültürden ve gelişimden bahsetmek mümkün değil. (Bu linkten daha ayrıntılı bir dünya internet kullanım haritasına ulaşabilirsiniz.)



Bireylerin birikimlerini bağımsız kanallar aracılığıyla paylaşmaları da mümkün. Ancak tanınmamış ‘üreticiler’ olarak bu yöntemle geniş kitlelere ulaşabilmeleri çok zor. Genellikle bloglar ve kişisel web sayfaları üzerinden paylaşım gerçekleştiren bireylerden başarılı olanların sayfaları da, istisnasız reklam şirketlerinin ya da arama motorları yoluyla yapılan aldatıcı yönlendirmelerin kurbanı oluyor. Buna bir de fikir ve telif hakları yasalarının karmaşıklığını ve bulanıklığını da ekleyecek olursak paylaşmak, içinden çıkılamaz bir duruma dönüşüyor. Ücretsiz olarak kullandığımızı düşündüğümüz ortak paylaşım alanları da aslında reklamlar, uygulamalar, oyunlar, kampanyalar, kişisel bilgiler ve istatistiki veriler aracılığıyla üzerimizden para kazanan girişimler. Bu tür platformlarda kendimizi rahat hissetmemizi, sıkılmamamızı ve başka arayışlar içine girmememizi sağlamak adına, sosyal yaşamın bir kopyası olarak her türlü paylaşımımızın beğeniye sunulduğu, yeniden paylaşılabildiği ve üzerine yorumların eklenebileceği bir ortam üretiliyor. Benzer beğenilere sahip bireyler, ortak topluluklarda buluşuyor, beğenilmeyen paylaşımlar dışarıda tutuluyor, izlenmiyor, yeniden paylaşılmıyor. Ve tüm bunları yaparken hiçbir ücret ödemediğimizi, yaşamın bir uzantısı olarak gördüğümüz internet paylaşımından ücretsiz faydalandığımızı düşünüyoruz. “Eğer bir bedel ödemiyorsan, müşteri değil, satılan ürün olursun.” Sadece internet için söylenmemiş olsa da, artık bir mem haline gelen bu anonim söz, internetteki paylaşımın doğasını aslında çok yalın bir biçimde anlatıyor.

İnsani bir gereksinim olarak paylaşım hakkını kullanmak isteyen bireyler üzerinden nemalanan bu kurumlar ve şirketler dışında, gerçekten faydalı işler yapmak için uğraşan girişimler de var. Bunlardan en önemlisi ‘Wikipedia – Vikipedi’ ve kurucu vakıf organizasyonu Wikimedia’nın desteklediği, sözlük, kaynak, medya gibi uygulamaları bulunan diğer viki projeleri. Wikipedia’yı kısaca kâr amacı gütmeyen, açık kodlu, ortaklaşa hazırlanan, özgür bir ansiklopedi olarak tanımlayabiliriz. 100’den fazla dilde, 3.800.00 madde üzerinde çalışan, 48.000 aktif editöre sahip ‘Wikipedia’nın Türkçe sürümü olan Vikipedi’de 200.000’e yakın madde var ve her gün yüz binlerce ziyaretçi alıyor.

Uzun süredir takip ettiğim ve internet üzerinde beni en çok heyecanlandıran girişim olarak gördüğüm bir diğer proje de ‘Kickstarter’. ‘Crowd funding’ sistemiyle çalışan, Türkçe olarak ‘kitle fonlaması’ (benim tercih ettiğim şekliyle ‘kitle yatırımı’) diyebileceğimiz bu girişimde, bir proje için gereken maddi kaynaklar, projeye ilgi duyan bireylerden elde ediliyor. Kısaca özetleyecek olursak, projelerine finansman arayan insanlar, projelerini ayrıntılı olarak açıkladıkları bir sayfa hazırlayıp, ilgili kişileri iyi bir ürün çıkartacaklarına ikna etmeye çalışıyorlar. Tamamen kitlelerin beğenileri doğrultusunda çalışan sistemde, projelere yapılan katkılar (bağışlar), farklı hediye paketleri ile ödüllendiriliyor (örneğin, yeni çıkacak bir kitap için 10$  yatırım yaptığınızda kitabın PDF sürümünü, 20$ yatırım yaptığınızda basılı kopyasını elde ediyorsunuz). Elbette bu girişimin de fikir hırsızlığı ve patent hakları gibi çözülmesi gereken büyük sorunları var, fakat popüler olandan sıkılmış ve sadece beğendiği birikimlere para harcamak isteyenler için ara sıra ziyaret edilmesi gereken bir platform. Burada daha fazla ayrıntıya girmek istemediğim için, yazımın sonunda vereceğim linklerden Kickstarter sayfasına girip, projeyi kendiniz inceleyebilirsiniz.

Bu yasal ortak kullanım alanları ve sosyal paylaşım ağlarının dışında, telif haklarını hiçe sayarak korsanlık yapan girişimler de mevcut. Günümüzde müzikten kitaplara, filmlerden oyunlara, bilgisayar uygulamalarından dizilere kadar, dijital olarak kullanımda olan medya materyallerinin büyük bir çoğunluğu, orijinalinden kopyalanıp ücretsiz bir biçimde yeniden dağıtılabiliyor. Popüler medya tarafından paylaşımın ‘karanlık yüzü’ olarak değerlendirilen bu korsan eylemlerden en çok etkilendikleri düşünülen endüstriler, genel anlamda milyonlar, hatta milyarlar kazanmaya devam ediyorlar. Bu aracı organların tek amacı, çıkartılan yasalarla teknolojinin kopyalama özelliğini ortadan kaldırmak ve kopyalanamayan, orijinal eserleri satmak. Kopyalanamayan ürünleri tek bir platformda toplamak için yazılım ürünlerinin dışında (iTunes, Amazon, Steam, PlayStation Network), kendi sattıkları orijinal ürünlerin, yine yendi kendi donanımlarında çalışması için uğraşan, bu uğurda milyon dolarlık davalar açan, hükümetlere baskı yapan şirketler var (Apple, Sony, Virgin, Verizon). Fakat internet üzerindeki paylaşımlardan elde edilecek payı kaçırmak istemeyen bu şirketlerin, rekabet ortamının iyice kızışacağı önümüzdeki günlerde, teknolojinin bütün nimetlerinden faydalanarak, tekelleşme adına yeni yöntemler geliştirecekleri de kaçınılmaz bir gerçek. Bu şirketlerin amacının, üretmemizi ve paylaşmamızı ve engelleyerek, bizi sadece kendi ürettiklerini tüketmeye zorlamak olduğunu unutmamamız gerekiyor.




(Sosyal medya teorisyeni, Prof. Clay Shirky’nin paylaşma özgürlüğümüzü koruma çağrısı yaptığı bu konuşmasını, Türkçe altyazısı ile birlikte izleyebilirsiniz.)

Sosyalleşmenin gerekçelerinden biri olarak paylaşmak, insani bir gereksinim ve her gereksinim gibi paylaşmayı da istismar eden kurumlar mevcut. Teknoloji yardımıyla sanal ortama taşınan sosyalleşmenin önünde, sadece bu kurumların istismarıyla ortaya çıkmış bir yanlış kullanım değil, aynı zamanda bireylerin kendi tercihleri sonucu yol açtıkları bir ‘yapay popülerlik’ ve kutuplaşma sorunu da var. Paylaşımların beğenilmesi ya da beğenilmemesi üzerinden çalışan ortak kullanım alanları da bu sorunları kendi çıkarları için yontup, ‘ücretsiz’ sosyal paylaşım ağları olarak hizmet sunmaya ve bu girişimlerinin korunması için her türlü ekonomik yaptırım ve yasal düzenleme için kulis yapmaya devam edeceklerinin sinyallerini veriyorlar. Çıkar amacı gütmeyen ender örneklerine rastlasak da, aracı organlardan kurtulmuş, tamamen kendi beğenilerimiz, gereksinimlerimiz ve paylaşımlarımız doğrultusunda geliştirilebilecek bir sosyalleşmeden, sanal da olsa, henüz çok uzak görünüyoruz. İnternete attıkları ilk çekingen adımdan sonra, kazançlı olduğunu anlayıp yerlerini sağlamlaştırmaya çalışan ‘içerik endüstrilerinin’, bu uğurda getirecekleri yeni düzenlemelere, yasaklara ve teknolojilere karşı hazırlıklı olmamız gerekiyor.


Referanslar:

Saturday, November 24, 2012






A Short Glimpse into the Near Future


"The future is already here - it's just not evenly distributed."
- William Gibson





We’re definitely living in interesting times as things are changing rapidly. Nothing stays as it is; mostly in global contexts, there is a massive collateral damage (global financial crisis, global warming) and there are plenty of cracks and new, as of yet, largely unregulated areas where innovative technologies thrive. In the near future, which could be estimated as five to ten years, we will, no doubt, witness a lot of new and exciting developments in economic models, administrative bodies, production industries, data management, social networks, the climate and most importantly, medical practices. The undisputable indicators of these changes will be the shrinking of the economies, the development of a new mindset of what sustainability is, the discovery that governance and administrative systems are failing and the increased frequency of extreme weather events. And the main consequences of these changes will be the tendency to concentrate on values, attitudes and resources that make a difference in the quality of one’s life.

Through implementation of these changes, there will surely be conflicts and the plausible collisions between social classes will intensify within and across national sovereignty borders. With the collapse of democracy and neoliberalism, human rights and obligations will be reengineered collaboratively. As it is the trend as we witness today, the world is dealing with the financial euro crisis with putting the squeeze on the taxpayers that are already overtaxed and leaving the few wealthy living in overabundance and tax free, instead of restructuring their administrations, reducing costs, getting a grip on corruption and concentrating on improving the social cohesion and infrastructure.

Considering the changes we will be facing in the near future, all our information generating capabilities will only reveal the limits of knowledge and the confines of our cognitive abilities. But how should we perceive these exceptional changes? Are our demands, hopes, and desires about the future frivolous? Consulting Science Advisor at the World Trade Institute (WTI), Dr. Dannie Jost says, “Which parameters should change is not the question I would ask. It implies a deterministic approach to a deterministic world. I would invite exploration and I would include discipline in the exploration. The exploration will aid in finding the emerging temporary parameters that can be used to shape the world and create the society that we want. Techno-determinism is not the way to go. Determinism is just not the way that the Universe is built. The Universe is evolving and we are interacting with it albeit on a small scale in the grand scale of things, and in a big way in the small scope of our planet.”

As most these changes influence and reinforce each other, there will be plenty of overlap between relevant fields. Let’s have a quick look into which of these fields we’ll witness the firmest developments and how will these developments manifest. As stated in this survey, concrete drivers built around technologies and global external factors will be:

·       Connections: Ubiquitous networked sensors and computers, the Internet of Things. Everything becomes more networked, with vast implications.
·       The Data Layer: Across the world, there is a layer of data that is growing thicker and denser by the day. It is fed by our online behavior, by sensor networks, by the Internet of Things (IoT).
·       Alternative means of production: The rise of rapid prototyping, 3D printing & open-source hardware.
·       External, global factors: Economic and environmental woes & aging populations in industrialized countries increase the pressure to change, adapt and innovate. Stagnation and preserving the status quo isn’t a viable option.

And some of the key ways these drivers will manifest will be as follows:

·       Small pieces loosely joined: The network as the dominant paradigm in most fields (economy, work, organization, technology). This brings with it a trend towards smaller organizational units – freelancers, single households, startups, local food production, bottom-up innovation.
·       New interfaces, ranging from more human (gestures, etc.) to machine-readable (robots, sensors, Internet of Things).
·       The time is changing: Massive disruption across the board. Nothing stays as it was or is, ranging from economy to organization to education. “Digital” is one of the main drivers, but not the only one.



What will happen to the economies and industries?
As the global economy remains shaky at best, it is expected to go smaller, more granular. Doubtless, the globalization will still survive, even grow prevalent, as the world connects with the third world countries pulling the derailed train of economy, however the more sophisticated markets will shrink in size and concept. This will lead to the further rise of freelancers and talent networks. Innovation will blossom increasingly from the startup and other independent actors rather than huge Research & Development departments. Unable to adapt quickly to the new realities, global governance systems will fail to some degree. As trust in state institutions will be shrinking, we’ll witness a lot more self-reliant communities. One of the manifestations of these community projects is the local food movement which promotes urban gardening while shunning the mass-produced shelf food.

One of the most debated subjects of the last decade was the global shift in the content industries. In the near future, we will most certainly see a period where the product design and development industry will suffer just like the content industry did. Collaborative design processes, open source hardware and 3D printing in all its shapes and forms will uproot this whole industry in ways hard to grasp yet. Particularly the open, flat infrastructures we see evolving in 3D printing today will have profound impacts driven by hobbyists and free market demand alike.

A whole new industry focused on pre-production processes will arise, as opposed to those focused on final products. Instead of IKEA we might go to a cutting and printing place for furniture, toys or spare parts. Physical goods will face piracy in very similar terms as digital goods today when consumers can just print knock-off toys and spare parts. Intellectual property will be redefined yet again.

In the automotive industry, things look a little different as car manufacturers explore new technologies but won’t just let any hobbyist play with their software. They get support from the big tech companies like Facebook and Google. We shouldn’t be surprised as driverless cars start roaming in the near future. Again, gestural interfaces will also help control both your car and your home in more human, intuitive ways. And while we’re putting chips in our environment, let’s not forget pets and humans, either: RFID chips might make a good implant if there’s a valid, convincing use case that is so good that it tops the inherent creepiness we associate with chip implants today.

Even though these new emerging technologies herald an exciting age, I am still a little skeptic about their applicability; not just because of their reliability but the pressure groups of the syndicate corporations holding governance over traditional power supplies. We’ve witnessed to our utter disgust how new technologies using alternative power sources (the electric car, power stations running on wind and solar panels) got the hatchet in the last two decades. And the ongoing struggles to reach more oil reserves to deplete will definitely continue to invade the socio-political structures of the new future.

How will the media and networking influence the future?
The fight for control over and profit from the internet is on and mass media are entering the endgame of this second phase of the web. The established players (broadcasters, telecommunications and infrastructure providers like Time Warner, Verizon, etc.) and the new establishments (Google, Facebook, Apple, etc.) will fight it out. And we can certainly expect nasty lawsuits, mergers and acquisitions and plenty of chaos. In the short term, this is likely to be at the expense of consumers. Media and content industries will have to re-invent themselves bottom-up to cope with change and harness new technologies.

Media outlets don’t have the basic understanding to see what’s going on, so how could they even begin to harness the change? It’s important to note that this is what happens at the organizational level – individuals inside the media outlets might be very well versed, yet there are internal and external factors that prevent appropriate action. In some cases the organization chart gets in the way, in others the profit margin just doesn’t easily allow major changes to the otherwise “functioning” business. Working around these organizational restrictions is a major road block. Again, size matters as smaller units are more agile.


Social media services are run by companies and thus legitimately need to earn money. The rules of their users’ consent and privacy will be put to the test. The privacy wars will be one of the big conflicts in the years to come. And there’s this snippet we should always remember when social media is concerned: if you’re not paying for the product, you are the product. If you’re not paying, you’re being sold.

Networking concepts, and especially social networks, are the absolute paradigm, now more than ever. Decentralization means a redistribution of power. It also means that if you pull one string, something might unravel in unexpected places. If there’s one thing that seems certain, it’s that we’re headed for more complexity, not less. Networks help us overcome growth barriers. This holds true for the small (self-reliant or mutually supportive communities) as well as for larger societal challenges. Just to name a few: finding better solutions for outdated copyright laws and industry protection. More flexible work visa regulations for a globally mobile workforce (including tax models and pension plans) that should move with the person. While easily explained historically, the paperwork associated with moving and working internationally creates barriers that stand in the way of global talent distribution and equal chances.

On the other hand, not all things look bright. We are becoming ever more digitally connected. Yet this does not mean that we will always feel more connected on a personal level. There will be the occasional feeling of intense loneliness, as well as a demand and need for smaller, more protected social networks. Think about Google+ circles and Instagram. The group/list/circle concept is as yet only rudimentarily developed. We think that will change as social software and non-human actors grow more sophisticated.


What about the technology leading us?
We've established the dominance of the digital already. Its younger, but no less powerful sisters, are ubiquitous 3D printing and rapid prototyping as well as the Internet of Things. Overall, we expect networked technology to become even more ubiquitous and more invisible. This is right at the intersection of two notions I mentioned before: everything becomes smaller and more granular, and there’s a new data layer spanning all aspects of our lives.

We used to like our technology visible as a sign of high tech quality – we proudly displayed our TVs, stereos, and computers. That was the trend back then and it stood out. But as technology became ubiquitous, we entered a phase of humanized and intuitive technology, popularized by the likes of Minority Report and iPhones. Now we are seeing the rise of invisible technology – technology simply baked into daily life, utilized but non-intrusive.

From a design perspective, this changes a few things. A networked environment can and should be able to react more contextually and more appropriately to our needs. Interfaces should become more subtle; gestural interfaces should proliferate and turn technology even more into a true extension of ourselves. Ambient technology ranging from playful applications to more work-related tools like interactive whiteboards become more powerful, and if not more useful, then at least smarter. As the Strategy Director of Undercut, Mike Arauz says that, “The proliferation of gestural interfaces (iPhones and Android touch-screen mobile phones, iPads and other touch-screen tablets, and XBox Kinect-type motion-driven interfaces) will have a quiet, yet seismic effect on disintegrating the boundary between the technological and the human. In the more distant future when we take the integration of digital/computer with our physical and mental selves for granted, we’ll look back on these few years as one of the major milestones along that road, due in large part to how gestural interfaces contributed to making technology a true extension of ourselves.”

Consumer electronics will be better designed and much better networked then today, thanks to the open web. Once it becomes industry best practice to put APIs (Application Programming Interfaces) on our gadgets and services and we can more easily make our things talk to each other, our experience will be a league better.




(At TEDIndia, Pranav Mistry demos several tools that help the physical world interact with the world of data -- including a deep look at his SixthSense device and a new, paradigm-shifting paper "laptop.")


The rise of indie tech movements isn’t going to slow anytime soon. Add the more techy flavor of the DIY/craft (Do It Yourself) scene, physical computing and group funding and you get a pretty potent mix. This means a massive change in how we perceive physical goods. If that doesn’t replace the current system of massive, mainstream-oriented production, then at least it will complement it through small production runs and mass customization. This will definitely be the the real thing, not swapping colored pieces of plastic. Remixing will increasingly be applicable to physical goods, like toys. Today we see only the tip of the iceberg, the equivalent of the home computing movement in the 70s. Industrial production as we know it today will experience a profound disruption.

While multi-purpose devices like the iPad will grow in popularity, they will not at all kill single-purpose devices like the Kindle. This follows a rough pattern. New products will end up as features in multi-purpose devices for less demanding consumers, while power users will always favor dedicated devices. The core of adaption stays in the software and the surrounding ecosystem. As iOS and Android have shown us, functionally largely equivalent devices and services can be used to create very different types of ecosystems.


What about healthcare?
A field that will see massive change is the health and fitness sector. Over the last couple of years we’ve gotten a first glimpse at where things are going through the Quantified Self movement. There’s a lot more to come, though. What we know today as the Quantified Self (QS), the measurement of body and behavioral data for further analysis, will become more embedded in our daily lives as sensors get cheaper and network usage gets both easier and more ubiquitous. QS will get a simpler, more snappy name; seem less strange as applications are mainstreamed and become easier to use; be more hidden and embedded. The challenge will be to find more meaning and relevance in the measurements and, as boundaries between humans and technology grow ever more blurry, to make sure that the necessary privacy safeguards are in place. Non-human actors, namely bots in both the software and the hardware sense, will find lots of use in medical contexts.

3D printing has been around for a while but now it’s being applied to medicine in ways such as being able to scan the remaining leg of a patient that’s missing one from an accident. It can then build a prosthetic leg with skin and size that matches. 3D printing is integrating with the fast-moving world of stem cells and regenerative medicine with 3D ink being replaced by stem cells. In the future we’ll probably use 3D printing and stem cells to make libraries of replacement parts. It will start with simple tissues and eventually maybe we’ll be printing organs.

With the implementation of networking and crowdsourcing technologies into social health networks, we will be able to communicate online with doctors, share our individual experiences about diseases, treatments and healthcare facilities and use mobile applications utilizing artificial intelligence.


Education and Culture
More educational material than ever before is available online for free. Yet questions of how to curate and how to validate & certify knowledge acquired this way remain. Will a Harvard degree stay the most desirable standard of education? Which institutions could provide validation services?

School design, after hardly changing for the better part of the last century, is taking a sharp turn towards corporate settings. This is just one of many symptoms of the corporate influence on education. It’s a double-edged sword: on one hand, big companies step in where governments don’t provide the best education, and help get students ready for their careers. On the other hand, this kind of education is aimed primarily at streamlining corporate careers. Do we want a Google University? How would it be biased? Is it a bad influence or good for choice? As a researcher at the Faculty of Art, Brighton University, Dr. Georgina Voss says that, “Increased awareness that the ‘democratization’ of technology is still a limited process, and that people who can engage in it are still those in regions with fast broadband, access to a free/open internet, access to tablets/PCs/smartphones etc. Aiming to create inclusive processes of social/political/cultural participation, rather than privileging those who already have substantial social and technological capital. In practical terms this means keeping libraries open – maybe opening more of them – as they may be the only space where many citizens can access the internet; not shifting educational tools entirely to ‘e-books’ and online learning; recognizing that digital techs complement, not replace, paper.”

In the face of even stronger globalization, the need for cultural identity grows stronger again. What will be the primary point of cultural reference? Nation, city, block, tribe, operating system?

Cities have always been a focal point for innovation and early tech adoption. We expect urban spaces to open up to all kinds of connected things, ranging from smart screen solutions to responsive buildings and vehicles.
Cultural identity, as I mentioned above, might be provided or at least fostered on the local level. Think about urban “villages” within cities, strong tribe-like connections. These “tribes” might be defined regionally, within the city, or by shared interests, spread out across several cities.

Either way, we can expect that cities will become more responsive, both on an architectural and a transportation level. Truly interesting things won’t happen in the planned corporate cities of East Asia, but in the messy underbellies of big, organically grown cities like New York, Hong Kong, Berlin, Rio and Shanghai.


Now where does all that leave us?
The cultural and socio-economic implications of all these things are huge and there is a massive difference between our expectations and our hopes. In a nutshell, we expect culture to thrive while parts of the content industries fail. Yet, the overall global economic structures will lead to specific uncertainties that foster small, bottom-up business and innovation.

We hope that the Third Industrial Revolution (more about it on references) will provide apt solutions for the more-than-just-interesting design challenges the world faces.

We hope that designers will put their skills to use to design for a better world, and focus on values, attitudes and resources that increase quality of life.

We hope that governments invest massively in research and development to foster innovation beyond the high-risk, financially driven free market.

We hope that we will, on a global as well as local scale, be able to close the growing technology gap between rich and poor. Technology can empower and democratize, or it can be exclusive. We think that inclusion is the key.

We hope to find a balance between access and security, between convenience and control, between global and local needs. All of these dichotomies represent legitimate needs and agendas that often are highly complex. Yet this is where we, as a society, need all the smart minds we can find.

We hope that our networks, including the Web and the Internet of Things, will be free and open, as this is the basic foundation for true innovation. To harness the smarts of the tech community, we need a true read-write web.

We hope to see more mature and more valuable social networking software. More nuance and sophistication, more focus on user needs than marketers’ needs. In other words, not just iterations of Facebook or Twitter, but a different paradigm.

We see some big drivers of change as outlined in the beginning. Across the field and in all disciplines, things are getting more connected. This holds true for the global – world, country, economy, internet – as well as the super local – our homes, our gadgets, and our bodies. As I've stated earlier, the network is the absolute paradigm and if there’s one thing that seems certain, it’s that we’re headed for more complexity, not less.

Reference: