Paylaşmanın Cazibesi
İnsanlar birey olduklarını,
yani toplumun birer parçasına dönüştüklerini duyumsadıkları zaman toplumdaki
yerlerini kavrarlar ve bu yerlerini belirlemeye başlarlar. Sosyalliğin kabaca
bir tanımını yapacak olursak, tanımadığımız insanların sorunlarını hissetmek,
onların duygularını paylaşmak, toplumun sorunlarıyla ilgilenmek suretiyle çözüm
üretmek, soru sormak, sorgulamak, öğrenme arzusu duymak, salt kendi dünyası
içindekileri değil, dışındaki dünyayı da araştırıp öğrenmek ve bu iradeye sahip
olabilmek ‘sosyal olmak’ demektir. Bu tanım doğrultusunda, iletişimi dar, eksik
ya da yetersiz olan insan, sosyal olamaz. Bireyin duygu, düşünce veya
bilgilerini başkalarına aktarabilmesi ve bunun için her türlü yola başvurma
çabasıdır sosyal olmak. Sosyal bireyler olmamızın
temel gerekçelerinden biri olarak paylaşmayı gösterebiliriz. Aslında bu
yazımda, değer yargılarının yavaş yavaş bulanıklaştığı, ahlak kavramlarının iç
içe geçtiği, özümseyemesek de farklı topluluklara, kültürlere, dillere, anlayış
biçimlerine ait olduğumuz gerçeğinin giderek çarpıtıldığı, çağdaşlaşmak kisvesi
altında tekdüze yaşamlara kıstırılan bireylerin yetiştirildiği bir neoliberal
sistem içerisinde paylaşmanın farklı boyutlarına değinmek istiyorum. Neden
paylaşıyoruz? Neleri paylaşıyoruz ya da paylaş(a)mıyoruz? Paylaşım araçlarımız
ve ortamlarımız neler? Biz paylaşırken kimler nemalanıyor?
Yaptığımız, düşlediğimiz,
kurguladığımız, iyi ya da kötü, her şeyi birileriyle paylaşma ihtiyacı
duyuyoruz. Düşündüklerimizi, fikirlerimizi, duygularımızı birilerine anlatma
ihtiyacı hissediyoruz. Dinlediklerimizi, izlediklerimizi, okuduklarımızı,
duyduklarımızı, öğrendiklerimizi ortak bir zemine taşımak istiyoruz.
Birikimlerimizi paylaştığımız kişilerin bizi anlamalarını, bu birikimlerimize
onay vermelerini, desteklemelerini, saygı göstermelerini, paylaştıklarımızla
sevinmelerini, kendilerini güvende hissetmelerini istiyoruz. Bu sosyalleşme,
kaynak konumundayken birikimlerimizi paylaşmakla bitmiyor; alıcı konumuna
geçip, başka bireylerin paylaştıklarını da öğrenmek istiyoruz. Bu paylaşma
etkileşimi aslında çift taraflı ve işin özünde, paylaşımla var oluyoruz. Hayatımızın
her anına girmiş olan paylaşma ihtiyacının, paylaşma yöntemlerinin, paylaşım
türevlerinin, paylaşım araçlarının, kısacası paylaşım eyleminin, fazlalaşması
ya da azalmasıyla, etkilediği ve etkilendiği çok farklı alanlar var: Kültür,
sanat, sosyo-ekonomik yapılar, dil, bilim, eğitim, yönetim sistemleri, dinler,
savaşlar vs. Bunların ayrıntılarına girmeyeceğim fakat sosyalleşme ile özleştirebileceğimiz
paylaşımın, aslında insanlığın ve insani olan her türlü etkileşimin temelini
oluşturduğunu belirtmekte yarar var.
Peki bu paylaşma ihtiyacı
nereden doğuyor? Paylaşmak, varlığımızı tanımlayabilmemiz için gerçekten bu kadar
önemli mi? Paylaşmayı, en basit tanımıyla, “elinde olanın bir kısmını
başkalarına vermek, elindekileri beraber kullanmak,” olarak özetleyebiliriz.
Aslında elimizdekilerin bir kısmını paylaştıkça sahip olduklarımızın azalacağı,
birikimlerimizi paylaştıkça bunların değer kaybedeceği izlenimi oluşsa da,
paylaşma eylemi arttırma özelliğine sahiptir. Güzel şeylerin paylaşılmasıyla
alınan keyfin artması, kötü tecrübelerin paylaşılmasıyla direncin artması,
bilginin paylaşılmasıyla farkındalığın artması, hissettiğimiz duyguların
paylaşılmasıyla bizi daha iyi anlayan insanların artması, paylaşmanın özünde güçlendirici
ve birleştirici bir etmen olduğunu doğruluyor.
Paylaşmanın sosyal
boyutunu inceleyecek olursak, aslında çok da farklı bir çıkarımla
karşılaşmıyoruz. Okuduğumuz kitapları, dinlediğimiz müziği, izlediğimiz
filmleri, kendimize yakın hissettiğimiz, bizimle ortak zevkleri olan insanlarla
paylaşmadığımız ya da paylaşamadığımız zaman bu birikimlerimizin gereksiz yere
edinildiğini düşünüyoruz. Bize faydası olmayacağını düşündüğümüz bilgileri ya
da birikimleri, tamamen zaman kaybı olarak algılıyoruz ve faydası olacağını
düşündüğümüz birikimleri (hoşlandığımız müzikler, kitaplar; zevk aldığımız
filmler, diziler, vb.) edinmeden önce, karşılaştırma yöntemi olarak paylaşılan
birikimlerin ne kadar beğenildiğini araştırıyoruz. Artık izleyeceğimiz bir
filmin konusunu ve oyuncularını öğrendikten sonra en çok ilgimizi çeken şey, filmin
ne kadar beğenildiği oluyor. Ortak zevklerimizin olduğunu düşündüğümüz
insanlarla yakınlaşıyor, onların paylaştıklarını ve beğenilerini takip ediyor, kendi
zevklerimize hitap etmeyen paylaşımlar yapan insanlardan uzaklaşıyoruz. Benliğimizi
şekillendiren bu birikimlerimizi daha rahat paylaşabilmek için, daha çok bizim
gibi yemek yemekten, alışverişe çıkmaktan hoşlanan, spor yapmayı seven,
bilgisayar oyunlarına ya da romantik filmlere bayılan, dağcılıktan ya da balık
tutmaktan anlayan insanlarla birlikte olmaya, bu tür insanlarla iletişime
geçmeye, onların beğenilerini öğrenmeye çalışıyoruz. Bu tür bireylerle, yani bizimle
aynı ‘kafa yapısına’ sahip insanlarla buluşabilmek için birikimlerimizi farklı
platformlarda paylaşıyoruz. Artık oynadığımız bilgisayar oyunlarını, çizdiğimiz
resimleri, çektiğimiz fotoğrafları milyonlarca kişiye ulaştırıyoruz; artık bu
aktiviteleri canlı olarak sunabileceğimiz ortak paylaşım alanları var. İş
tecrübelerimize ve çalıştığımız işe dayalı olarak ‘tanıdık’ edinmemizi sağlayan
sosyal ağlar bile mevcut.
Bu ortak beğeniler
üzerinden ‘rafine etme’ işlemi sonucunda, aslında sosyalleşiyormuşuz gibi
görünsek de, ister istemez kendi rahatlık alanımızda büyütebileceğimiz farklı
topluluklar oluşturuyoruz. Bu topluluklarda aidiyet hissimizi güçlendiriyoruz,
bu klanlara ortak zevklerinden emin olmadığımız bireyleri almıyoruz, bu örgütlerin
gerektirdiği ritüelleri eksiksiz gerçekleştiriyoruz ve farkında olmasak da, ‘inwardness’
diye tanımlanan ‘içedönüklüğü’ gerçekleştiriyoruz. Bireylerin yaşları
ilerledikçe, kültür seviyeleri ve ekonomik gelişmişlikleri arttıkça, sosyal
statüleri değiştikçe bu içedönüklüğün bir getirisi olan beğeni sınırlarının
keskin hatlarla belirlenmesi sonucu, ortak zevkler paylaştığımız toplulukların özelleştirme
kriterlerini arttırırken, iletişim içinde olduğumuz insanların sayısını
azaltıyoruz. Kendimizi bir anda, kendi uğraştığımız hobilerin en iyi vakit
geçirme araçları olduklarını savunurken buluyoruz, dinlediğimiz müziğin,
izlediğimiz filmlerin en iyiler olduklarına karar veriyoruz. Bu özelleştirmenin
bir ileri kademesi olarak, bizimle ortak zevkleri paylaşmayan bireyleri
dışlıyoruz, beğenilerini küçümsüyoruz, paylaşımlarını değersiz görüyoruz. Sırf
popüler olmadıkları için gezdikleri yerleri, yedikleri yemekleri, hoşlandıkları
roman türlerini ve ötesinde, seçime dayalı olmasa da, yaşadıkları hayat
tarzlarını, işlerini, medeni hallerini, dinlerini, ırklarını, kültürlerini
beğenmiyoruz. Aslında neleri paylaşmadığımız da bu dışlanma, beğenilmeme,
küçümsenme ya da önemsenmeme korkularımızla ilintili. Farklı ilgi alanlarına
sahip insanlara kendimizi beğendirebilmek için, genellikle popüler olan
birikimlerden bahsediyoruz, popüleri tüketirken (kullanırken) bir bakıma
popüleri de besliyoruz. Ve tüm bu paylaşımların değerlendirmelerini yaparken,
ortaya konan birikimleri, içeriğinden çok, ne kadar beğenildiği üzerinden yargılıyoruz.
Teknolojinin de, bu beğeni
kriterlerinin sağlanmasında belirleyici bir etmen olduğunu unutmamamız gerek.
Artık izlediğimiz filmleri ve dizileri başkalarıyla paylaşacağımız birden çok
platform var. Dinlediğimiz müzikleri, çektiğimiz resimleri, sevdiğimiz
yemekleri, okuduğumuz kitapları artık ortak kullanım alanlarında paylaşıp,
herkesin beğenisine sunuyoruz. Bu ortak kullanım alanlarına en başta Facebook,
Twitter, YouTube, MySpace, Instagram gibi siteleri örnek gösterebiliriz. Bizimle
benzer zevklere sahip insanlarla iletişime geçebilmemizin en kolay yolu, belki
de bu tür sitelerde paylaşımlarımıza aldığımız geribildirimler. Artık
okuduğumuz kitabın içeriğinden emin olabilmek ve boşuna okumadığımız ya da
okumayacağımızı sağlamlaştırmak için başkalarından aldığımız geribildirimleri
takip ediyoruz. Yeni müzikleri kendimiz keşfetmek yerine, paylaşılma oranlarına
bakarak popüler olana doğru yöneliyoruz. Herhangi bir makaleyi, köşe yazısını, denemeyi
ya da kısa öyküyü okumadan önce, kimler tarafından, ne kadar beğenildiğini
araştırıyoruz. Paylaşımların ne kadar çok beğenildiği, yorum aldığı ya da yeniden
paylaşıldığı, artık paylaşılan birikimlerin içeriğinden ya da doğruluğundan
bile daha önemli hale gelmiş durumda.
Bireylerin kendilerini
gerçekleştirmeleri için gerekli olan bu paylaşma ihtiyacı, istismar edilen her insani
ihtiyaç gibi güdümlemeye açık bir alan ve bu ihtiyaçtan faydalanmasını bilen
kişiler ve kurumlarca ele geçirilmiş durumda. Satın aldığımız her kitap, müzik
CD’si, sinema, gösteri, konser bileti, izlediğimiz filmler ve diziler, kısacası
bizlerle, insanlıkla birikimlerini paylaşmaya çalışan bireylerin ürünleri
(fikir haklarından ayrı olarak entelektüel mülkiyetleri), bizimle buluşmadan
önce en az iki üç aracı organın elinden geçiyor. Bu aracı organlar arasında dağıtım
şirketlerini, menajerleri, büyük plak şirketlerini, medya kuruluşlarını,
organizatörleri, reklam şirketlerini, yasal temsilcileri ve denetleyici
organlar olarak mahkemeleri, yasa koyucuları ve düzenleyici üst kurulları gösterebiliriz.
Bu entelektüel mülkiyet haklarına sahip bireyler, yani ‘gerçek üretici’
konumundaki kişiler, ürettiklerinin satışından elde edilen karın ancak yüzde
kırkını alabiliyorlar (bu da çok iyimser bir tahminle). Kısacası bu aracı
organların ‘işleminden’ geçmiş, satın aldığımız her entelektüel mülkiyet için,
ederinin (ki bu da tartışmaya çok açık bir konu) yaklaşık iki katından
fazlasını ödüyoruz. Amacım, genel anlamda dağılmaya yüz tutmuş bu
sosyo-ekonomik düzen içerisinde yer alan kapitalist öğelerin araçlarını tek tek
çürütmek değil. Bu ancak başka bir yazının konusu olabilir. Fakat dikkat çekmek
istediğim konu, yerine henüz sağlam temellere dayalı bir sistem geliştirilemese
de, kapitalizm sonrası uygulanabilecek sosyo-ekonomik ve kültürel değişim
dönemi için internetin sağlayabileceği paylaşım ortamlarının da şimdiden ele
geçirilmiş olması.
Teknolojinin, özellikle de
internetin devreye girmesiyle bu paylaşımlara sekte vuran aracı organlar sadece
şekil değiştirip, farklı ortamlarda farklı yasal kuruluşlar, yasa koyucular ve
dağıtım kanalları olarak karşımıza çıkıyorlar. Düzenleyici üst kurullar,
yerlerini internet sağlayıcılarına, büyük plak şirketleri, yerlerini internet
üzerinden ücretli yayın yapan müzik sitelerine, dağıtım şirketleri, yerlerini
YouTube, MySpace, Blogger, iTunes gibi çok amaçlı ortak kullanım alanlarına
bırakıyorlar. Aracıların internete taşınması olarak tanımlayabileceğimiz bu
geçiş dönemi boyunca, büyük şirketlerin küçük ve bağımsız şirketleri
bünyelerine katmaları ya da satın almaları sonucu, rekabet ve özellikle de
muhalefet ortadan kalkıyor. Artık gerçek üretici konumundaki, birikimlerini
paylaşmak isteyen (çıkar amaçlı ya da değil) bireylerin, internet üzerinden de
kitlelere ulaşabilmeleri için, bu tekel konumundaki şirketlerin, devlet
kurumlarının ya da internet sağlayıcılarının uyguladıkları etik düzenlemelere,
tarife fiyatlarına, telif hakkı anlaşmalarına boyun eğmeleri gerekiyor. Bu
düzenlemelerde devletlerin politikalarının da payı büyük. İnternet kullanımının,
dolayısıyla paylaşımın yasaklandığı ülkelerde kalkınmadan, kültürden ve
gelişimden bahsetmek mümkün değil. (Bu linkten daha ayrıntılı bir dünya internet kullanım
haritasına ulaşabilirsiniz.)
Bireylerin birikimlerini
bağımsız kanallar aracılığıyla paylaşmaları da mümkün. Ancak tanınmamış ‘üreticiler’
olarak bu yöntemle geniş kitlelere ulaşabilmeleri çok zor. Genellikle bloglar
ve kişisel web sayfaları üzerinden paylaşım gerçekleştiren bireylerden başarılı
olanların sayfaları da, istisnasız reklam şirketlerinin ya da arama motorları
yoluyla yapılan aldatıcı yönlendirmelerin kurbanı oluyor. Buna bir de fikir ve
telif hakları yasalarının karmaşıklığını ve bulanıklığını da ekleyecek olursak
paylaşmak, içinden çıkılamaz bir duruma dönüşüyor. Ücretsiz olarak kullandığımızı
düşündüğümüz ortak paylaşım alanları da aslında reklamlar, uygulamalar,
oyunlar, kampanyalar, kişisel bilgiler ve istatistiki veriler aracılığıyla
üzerimizden para kazanan girişimler. Bu tür platformlarda kendimizi rahat
hissetmemizi, sıkılmamamızı ve başka arayışlar içine girmememizi sağlamak adına,
sosyal yaşamın bir kopyası olarak her türlü paylaşımımızın beğeniye sunulduğu,
yeniden paylaşılabildiği ve üzerine yorumların eklenebileceği bir ortam
üretiliyor. Benzer beğenilere sahip bireyler, ortak topluluklarda buluşuyor,
beğenilmeyen paylaşımlar dışarıda tutuluyor, izlenmiyor, yeniden paylaşılmıyor.
Ve tüm bunları yaparken hiçbir ücret ödemediğimizi, yaşamın bir uzantısı olarak
gördüğümüz internet paylaşımından ücretsiz faydalandığımızı düşünüyoruz. “Eğer
bir bedel ödemiyorsan, müşteri değil, satılan ürün olursun.” Sadece internet
için söylenmemiş olsa da, artık bir mem haline gelen bu anonim söz,
internetteki paylaşımın doğasını aslında çok yalın bir biçimde anlatıyor.
İnsani bir gereksinim
olarak paylaşım hakkını kullanmak isteyen bireyler üzerinden nemalanan bu
kurumlar ve şirketler dışında, gerçekten faydalı işler yapmak için uğraşan girişimler
de var. Bunlardan en önemlisi ‘Wikipedia – Vikipedi’ ve kurucu vakıf
organizasyonu Wikimedia’nın desteklediği, sözlük, kaynak, medya gibi
uygulamaları bulunan diğer viki projeleri. Wikipedia’yı kısaca kâr amacı
gütmeyen, açık kodlu, ortaklaşa hazırlanan, özgür bir ansiklopedi olarak
tanımlayabiliriz. 100’den fazla dilde, 3.800.00 madde üzerinde çalışan, 48.000
aktif editöre sahip ‘Wikipedia’nın Türkçe sürümü olan Vikipedi’de 200.000’e
yakın madde var ve her gün yüz binlerce ziyaretçi alıyor.
Uzun süredir takip ettiğim
ve internet üzerinde beni en çok heyecanlandıran girişim olarak gördüğüm bir
diğer proje de ‘Kickstarter’. ‘Crowd funding’ sistemiyle çalışan, Türkçe olarak
‘kitle fonlaması’ (benim tercih ettiğim şekliyle ‘kitle yatırımı’)
diyebileceğimiz bu girişimde, bir proje için gereken maddi kaynaklar, projeye ilgi
duyan bireylerden elde ediliyor. Kısaca özetleyecek olursak, projelerine
finansman arayan insanlar, projelerini ayrıntılı olarak açıkladıkları bir sayfa
hazırlayıp, ilgili kişileri iyi bir ürün çıkartacaklarına ikna etmeye
çalışıyorlar. Tamamen kitlelerin beğenileri doğrultusunda çalışan sistemde,
projelere yapılan katkılar (bağışlar), farklı hediye paketleri ile
ödüllendiriliyor (örneğin, yeni çıkacak bir kitap için 10$ yatırım
yaptığınızda kitabın PDF sürümünü, 20$ yatırım yaptığınızda basılı kopyasını elde ediyorsunuz). Elbette
bu girişimin de fikir hırsızlığı ve patent hakları gibi çözülmesi gereken büyük
sorunları var, fakat popüler olandan sıkılmış ve sadece beğendiği birikimlere
para harcamak isteyenler için ara sıra ziyaret edilmesi gereken bir platform.
Burada daha fazla ayrıntıya girmek istemediğim için, yazımın sonunda vereceğim
linklerden Kickstarter sayfasına girip, projeyi kendiniz inceleyebilirsiniz.
Bu yasal ortak kullanım
alanları ve sosyal paylaşım ağlarının dışında, telif haklarını hiçe sayarak korsanlık
yapan girişimler de mevcut. Günümüzde müzikten kitaplara, filmlerden oyunlara,
bilgisayar uygulamalarından dizilere kadar, dijital olarak kullanımda olan
medya materyallerinin büyük bir çoğunluğu, orijinalinden kopyalanıp ücretsiz
bir biçimde yeniden dağıtılabiliyor. Popüler medya tarafından paylaşımın ‘karanlık
yüzü’ olarak değerlendirilen bu korsan eylemlerden en çok etkilendikleri düşünülen
endüstriler, genel anlamda milyonlar, hatta milyarlar kazanmaya devam
ediyorlar. Bu aracı organların tek amacı, çıkartılan yasalarla teknolojinin
kopyalama özelliğini ortadan kaldırmak ve kopyalanamayan, orijinal eserleri
satmak. Kopyalanamayan ürünleri tek bir platformda toplamak için yazılım
ürünlerinin dışında (iTunes, Amazon, Steam, PlayStation Network), kendi
sattıkları orijinal ürünlerin, yine yendi kendi donanımlarında çalışması için
uğraşan, bu uğurda milyon dolarlık davalar açan, hükümetlere baskı yapan
şirketler var (Apple, Sony, Virgin, Verizon). Fakat internet üzerindeki paylaşımlardan
elde edilecek payı kaçırmak istemeyen bu şirketlerin, rekabet ortamının iyice kızışacağı
önümüzdeki günlerde, teknolojinin bütün nimetlerinden faydalanarak, tekelleşme
adına yeni yöntemler geliştirecekleri de kaçınılmaz bir gerçek. Bu şirketlerin
amacının, üretmemizi ve paylaşmamızı ve engelleyerek, bizi sadece kendi
ürettiklerini tüketmeye zorlamak olduğunu unutmamamız gerekiyor.
(Sosyal medya teorisyeni,
Prof. Clay Shirky’nin paylaşma özgürlüğümüzü koruma çağrısı yaptığı bu
konuşmasını, Türkçe altyazısı ile birlikte izleyebilirsiniz.)
Sosyalleşmenin
gerekçelerinden biri olarak paylaşmak, insani bir gereksinim ve her gereksinim
gibi paylaşmayı da istismar eden kurumlar mevcut. Teknoloji yardımıyla sanal ortama
taşınan sosyalleşmenin önünde, sadece bu kurumların istismarıyla ortaya çıkmış bir
yanlış kullanım değil, aynı zamanda bireylerin kendi tercihleri sonucu yol
açtıkları bir ‘yapay popülerlik’ ve kutuplaşma sorunu da var. Paylaşımların
beğenilmesi ya da beğenilmemesi üzerinden çalışan ortak kullanım alanları da bu
sorunları kendi çıkarları için yontup, ‘ücretsiz’ sosyal paylaşım ağları olarak
hizmet sunmaya ve bu girişimlerinin korunması için her türlü ekonomik yaptırım
ve yasal düzenleme için kulis yapmaya devam edeceklerinin sinyallerini
veriyorlar. Çıkar amacı gütmeyen ender örneklerine rastlasak da, aracı
organlardan kurtulmuş, tamamen kendi beğenilerimiz, gereksinimlerimiz ve
paylaşımlarımız doğrultusunda geliştirilebilecek bir sosyalleşmeden, sanal da
olsa, henüz çok uzak görünüyoruz. İnternete attıkları ilk çekingen adımdan
sonra, kazançlı olduğunu anlayıp yerlerini sağlamlaştırmaya çalışan ‘içerik
endüstrilerinin’, bu uğurda getirecekleri yeni
düzenlemelere, yasaklara ve teknolojilere karşı hazırlıklı olmamız gerekiyor.
Referanslar:



No comments:
Post a Comment