Sunday, December 23, 2012




Choice Is The Time Killer?

Why do I feel like there’s not enough time in the world for all the things I’d like to do? Why do I have this nagging feeling that I’m missing out the opportunities of my lifetime? Is it even remotely logical for me to feel frustrated at hours spent sleeping? How is it even possible for me to doubt the validity of the things that I read, and watch, and listen to? Why do I feel guilty because I prefer to do something I really enjoy instead of working? Could it be there’s so much clutter disguised as considerable and substantial content that I’m feeling lost trying to find the epic?

Why does it feel like everything’s a remix of a remix of a remix? Is it because there’s nothing original left to create? Or is it because original stuff created cannot reach me in this day and age of the technology? Or am I being fed mediocre content cloaked as masterpieces? Does my longing for the content created in the past fuel this melancholy? Do I even ‘get’ what’s being produced today? Should I just ‘dig deeper’ until I find the gem that appeals to my taste?

And is it really true that everything created is a copy of a copy of a copy? Filmmaker Kirby Ferguson tries to shed light into the subject with his four part video series.


I’m watching films adapted from novels emulating comic books imitating concept rock albums. I’m being fed TV shows reminiscent of other TV shows. I’m reading thousand-page tomes which could be written as novellas. Same news, same arguments. Amidst all this junk, I’m brainwashed into reasoning that, somehow, there are more alternatives to what I watch, and read, and listen to. After watching this movie, I should watch that one as well. That novel is a trilogy, so I should read all three to capture the essence. Why don’t I just try that other band which makes equally crappy music? I just sit, my spinal cord removed, watching lesbian vampires hunting zombie cowboys, punk aliens making love to cyborg child molesters. Where do I recall that actor from? Was he playing on that series by that same producer and same writer that was telling the exact same story five years ago? And while struggling to catch up with all that, I try to make time for work, for friends, for family.

Am I actually blinded by abundance of choice? In his 2005 TED Talk, Barry Schwarttz claims that freedom of choice has made us more paralyzed, dissatisfied and anxious. He’s trying to rationalize our behaviors from the economical perspective, but his considerations can most definitely be adopted to analyze our psyche – well, mine at least.


Can this analogy of that infamous professor be more logical than it sounds?

Upon entering his class a little late, a professor teaching philosophy picks up a large an empty mayonnaise jar and fills it with golf balls. He then asks the class if the jar was full. Students all agree that it was. The professor then picks up a box of pebbles and pours them into the jar. As he shakes the jar lightly, the pebbles roll into the open areas between the golf balls. Then he asks again if the jar is full or not. The students all agree that it is. The professor then picks up a box of sand and pours it into the jar. Inevitably, the sands fill up everything else. He asks one last time if the jar is full. And the students all agree that it is. The professor then produces two beers from under the table and pours everything into the jar, filling every space. The students laugh.

“Now,” says the professor, “I want you to recognize that this jar represents your life. The golf balls are the important things—-your family, your children, your health, your friends and your favorite passions—-and if everything else was lost and only they remained, your life would still be full. The pebbles are the other things that matter like your job, your house and your car. The sand is everything else—-the small stuff. If you put the sand into the jar first,” he continues, “there is no room for the pebbles or the golf balls. The same goes for life. If you spend all your time and energy on the small stuff you will never have room for the things that are important to you. Pay attention to the things that are critical to your happiness.”

One of the students raises her hand and inquires what the beer represents. The professor smiles and says, “I’m glad you asked. The beer just shows you that no matter how full your life may seem, there’s always room for a couple of beers with a friend.”

In his TED Talk, Harvard psychologist Dan Gilbert explains why our beliefs about what will make us happy are often wrong. Maybe we should all start taking care of the golf balls first.



Reference:



Wednesday, December 5, 2012




Paylaşmanın Cazibesi

İnsanlar birey olduklarını, yani toplumun birer parçasına dönüştüklerini duyumsadıkları zaman toplumdaki yerlerini kavrarlar ve bu yerlerini belirlemeye başlarlar. Sosyalliğin kabaca bir tanımını yapacak olursak, tanımadığımız insanların sorunlarını hissetmek, onların duygularını paylaşmak, toplumun sorunlarıyla ilgilenmek suretiyle çözüm üretmek, soru sormak, sorgulamak, öğrenme arzusu duymak, salt kendi dünyası içindekileri değil, dışındaki dünyayı da araştırıp öğrenmek ve bu iradeye sahip olabilmek ‘sosyal olmak’ demektir. Bu tanım doğrultusunda, iletişimi dar, eksik ya da yetersiz olan insan, sosyal olamaz. Bireyin duygu, düşünce veya bilgilerini başkalarına aktarabilmesi ve bunun için her türlü yola başvurma çabasıdır sosyal olmak. Sosyal bireyler olmamızın temel gerekçelerinden biri olarak paylaşmayı gösterebiliriz. Aslında bu yazımda, değer yargılarının yavaş yavaş bulanıklaştığı, ahlak kavramlarının iç içe geçtiği, özümseyemesek de farklı topluluklara, kültürlere, dillere, anlayış biçimlerine ait olduğumuz gerçeğinin giderek çarpıtıldığı, çağdaşlaşmak kisvesi altında tekdüze yaşamlara kıstırılan bireylerin yetiştirildiği bir neoliberal sistem içerisinde paylaşmanın farklı boyutlarına değinmek istiyorum. Neden paylaşıyoruz? Neleri paylaşıyoruz ya da paylaş(a)mıyoruz? Paylaşım araçlarımız ve ortamlarımız neler? Biz paylaşırken kimler nemalanıyor?

Yaptığımız, düşlediğimiz, kurguladığımız, iyi ya da kötü, her şeyi birileriyle paylaşma ihtiyacı duyuyoruz. Düşündüklerimizi, fikirlerimizi, duygularımızı birilerine anlatma ihtiyacı hissediyoruz. Dinlediklerimizi, izlediklerimizi, okuduklarımızı, duyduklarımızı, öğrendiklerimizi ortak bir zemine taşımak istiyoruz. Birikimlerimizi paylaştığımız kişilerin bizi anlamalarını, bu birikimlerimize onay vermelerini, desteklemelerini, saygı göstermelerini, paylaştıklarımızla sevinmelerini, kendilerini güvende hissetmelerini istiyoruz. Bu sosyalleşme, kaynak konumundayken birikimlerimizi paylaşmakla bitmiyor; alıcı konumuna geçip, başka bireylerin paylaştıklarını da öğrenmek istiyoruz. Bu paylaşma etkileşimi aslında çift taraflı ve işin özünde, paylaşımla var oluyoruz. Hayatımızın her anına girmiş olan paylaşma ihtiyacının, paylaşma yöntemlerinin, paylaşım türevlerinin, paylaşım araçlarının, kısacası paylaşım eyleminin, fazlalaşması ya da azalmasıyla, etkilediği ve etkilendiği çok farklı alanlar var: Kültür, sanat, sosyo-ekonomik yapılar, dil, bilim, eğitim, yönetim sistemleri, dinler, savaşlar vs. Bunların ayrıntılarına girmeyeceğim fakat sosyalleşme ile özleştirebileceğimiz paylaşımın, aslında insanlığın ve insani olan her türlü etkileşimin temelini oluşturduğunu belirtmekte yarar var.

Peki bu paylaşma ihtiyacı nereden doğuyor? Paylaşmak, varlığımızı tanımlayabilmemiz için gerçekten bu kadar önemli mi? Paylaşmayı, en basit tanımıyla, “elinde olanın bir kısmını başkalarına vermek, elindekileri beraber kullanmak,” olarak özetleyebiliriz. Aslında elimizdekilerin bir kısmını paylaştıkça sahip olduklarımızın azalacağı, birikimlerimizi paylaştıkça bunların değer kaybedeceği izlenimi oluşsa da, paylaşma eylemi arttırma özelliğine sahiptir. Güzel şeylerin paylaşılmasıyla alınan keyfin artması, kötü tecrübelerin paylaşılmasıyla direncin artması, bilginin paylaşılmasıyla farkındalığın artması, hissettiğimiz duyguların paylaşılmasıyla bizi daha iyi anlayan insanların artması, paylaşmanın özünde güçlendirici ve birleştirici bir etmen olduğunu doğruluyor.

Paylaşmanın sosyal boyutunu inceleyecek olursak, aslında çok da farklı bir çıkarımla karşılaşmıyoruz. Okuduğumuz kitapları, dinlediğimiz müziği, izlediğimiz filmleri, kendimize yakın hissettiğimiz, bizimle ortak zevkleri olan insanlarla paylaşmadığımız ya da paylaşamadığımız zaman bu birikimlerimizin gereksiz yere edinildiğini düşünüyoruz. Bize faydası olmayacağını düşündüğümüz bilgileri ya da birikimleri, tamamen zaman kaybı olarak algılıyoruz ve faydası olacağını düşündüğümüz birikimleri (hoşlandığımız müzikler, kitaplar; zevk aldığımız filmler, diziler, vb.) edinmeden önce, karşılaştırma yöntemi olarak paylaşılan birikimlerin ne kadar beğenildiğini araştırıyoruz. Artık izleyeceğimiz bir filmin konusunu ve oyuncularını öğrendikten sonra en çok ilgimizi çeken şey, filmin ne kadar beğenildiği oluyor. Ortak zevklerimizin olduğunu düşündüğümüz insanlarla yakınlaşıyor, onların paylaştıklarını ve beğenilerini takip ediyor, kendi zevklerimize hitap etmeyen paylaşımlar yapan insanlardan uzaklaşıyoruz. Benliğimizi şekillendiren bu birikimlerimizi daha rahat paylaşabilmek için, daha çok bizim gibi yemek yemekten, alışverişe çıkmaktan hoşlanan, spor yapmayı seven, bilgisayar oyunlarına ya da romantik filmlere bayılan, dağcılıktan ya da balık tutmaktan anlayan insanlarla birlikte olmaya, bu tür insanlarla iletişime geçmeye, onların beğenilerini öğrenmeye çalışıyoruz. Bu tür bireylerle, yani bizimle aynı ‘kafa yapısına’ sahip insanlarla buluşabilmek için birikimlerimizi farklı platformlarda paylaşıyoruz. Artık oynadığımız bilgisayar oyunlarını, çizdiğimiz resimleri, çektiğimiz fotoğrafları milyonlarca kişiye ulaştırıyoruz; artık bu aktiviteleri canlı olarak sunabileceğimiz ortak paylaşım alanları var. İş tecrübelerimize ve çalıştığımız işe dayalı olarak ‘tanıdık’ edinmemizi sağlayan sosyal ağlar bile mevcut.

Bu ortak beğeniler üzerinden ‘rafine etme’ işlemi sonucunda, aslında sosyalleşiyormuşuz gibi görünsek de, ister istemez kendi rahatlık alanımızda büyütebileceğimiz farklı topluluklar oluşturuyoruz. Bu topluluklarda aidiyet hissimizi güçlendiriyoruz, bu klanlara ortak zevklerinden emin olmadığımız bireyleri almıyoruz, bu örgütlerin gerektirdiği ritüelleri eksiksiz gerçekleştiriyoruz ve farkında olmasak da, ‘inwardness’ diye tanımlanan ‘içedönüklüğü’ gerçekleştiriyoruz. Bireylerin yaşları ilerledikçe, kültür seviyeleri ve ekonomik gelişmişlikleri arttıkça, sosyal statüleri değiştikçe bu içedönüklüğün bir getirisi olan beğeni sınırlarının keskin hatlarla belirlenmesi sonucu, ortak zevkler paylaştığımız toplulukların özelleştirme kriterlerini arttırırken, iletişim içinde olduğumuz insanların sayısını azaltıyoruz. Kendimizi bir anda, kendi uğraştığımız hobilerin en iyi vakit geçirme araçları olduklarını savunurken buluyoruz, dinlediğimiz müziğin, izlediğimiz filmlerin en iyiler olduklarına karar veriyoruz. Bu özelleştirmenin bir ileri kademesi olarak, bizimle ortak zevkleri paylaşmayan bireyleri dışlıyoruz, beğenilerini küçümsüyoruz, paylaşımlarını değersiz görüyoruz. Sırf popüler olmadıkları için gezdikleri yerleri, yedikleri yemekleri, hoşlandıkları roman türlerini ve ötesinde, seçime dayalı olmasa da, yaşadıkları hayat tarzlarını, işlerini, medeni hallerini, dinlerini, ırklarını, kültürlerini beğenmiyoruz. Aslında neleri paylaşmadığımız da bu dışlanma, beğenilmeme, küçümsenme ya da önemsenmeme korkularımızla ilintili. Farklı ilgi alanlarına sahip insanlara kendimizi beğendirebilmek için, genellikle popüler olan birikimlerden bahsediyoruz, popüleri tüketirken (kullanırken) bir bakıma popüleri de besliyoruz. Ve tüm bu paylaşımların değerlendirmelerini yaparken, ortaya konan birikimleri, içeriğinden çok, ne kadar beğenildiği üzerinden yargılıyoruz.


Teknolojinin de, bu beğeni kriterlerinin sağlanmasında belirleyici bir etmen olduğunu unutmamamız gerek. Artık izlediğimiz filmleri ve dizileri başkalarıyla paylaşacağımız birden çok platform var. Dinlediğimiz müzikleri, çektiğimiz resimleri, sevdiğimiz yemekleri, okuduğumuz kitapları artık ortak kullanım alanlarında paylaşıp, herkesin beğenisine sunuyoruz. Bu ortak kullanım alanlarına en başta Facebook, Twitter, YouTube, MySpace, Instagram gibi siteleri örnek gösterebiliriz. Bizimle benzer zevklere sahip insanlarla iletişime geçebilmemizin en kolay yolu, belki de bu tür sitelerde paylaşımlarımıza aldığımız geribildirimler. Artık okuduğumuz kitabın içeriğinden emin olabilmek ve boşuna okumadığımız ya da okumayacağımızı sağlamlaştırmak için başkalarından aldığımız geribildirimleri takip ediyoruz. Yeni müzikleri kendimiz keşfetmek yerine, paylaşılma oranlarına bakarak popüler olana doğru yöneliyoruz. Herhangi bir makaleyi, köşe yazısını, denemeyi ya da kısa öyküyü okumadan önce, kimler tarafından, ne kadar beğenildiğini araştırıyoruz. Paylaşımların ne kadar çok beğenildiği, yorum aldığı ya da yeniden paylaşıldığı, artık paylaşılan birikimlerin içeriğinden ya da doğruluğundan bile daha önemli hale gelmiş durumda.

Bireylerin kendilerini gerçekleştirmeleri için gerekli olan bu paylaşma ihtiyacı, istismar edilen her insani ihtiyaç gibi güdümlemeye açık bir alan ve bu ihtiyaçtan faydalanmasını bilen kişiler ve kurumlarca ele geçirilmiş durumda. Satın aldığımız her kitap, müzik CD’si, sinema, gösteri, konser bileti, izlediğimiz filmler ve diziler, kısacası bizlerle, insanlıkla birikimlerini paylaşmaya çalışan bireylerin ürünleri (fikir haklarından ayrı olarak entelektüel mülkiyetleri), bizimle buluşmadan önce en az iki üç aracı organın elinden geçiyor. Bu aracı organlar arasında dağıtım şirketlerini, menajerleri, büyük plak şirketlerini, medya kuruluşlarını, organizatörleri, reklam şirketlerini, yasal temsilcileri ve denetleyici organlar olarak mahkemeleri, yasa koyucuları ve düzenleyici üst kurulları gösterebiliriz. Bu entelektüel mülkiyet haklarına sahip bireyler, yani ‘gerçek üretici’ konumundaki kişiler, ürettiklerinin satışından elde edilen karın ancak yüzde kırkını alabiliyorlar (bu da çok iyimser bir tahminle). Kısacası bu aracı organların ‘işleminden’ geçmiş, satın aldığımız her entelektüel mülkiyet için, ederinin (ki bu da tartışmaya çok açık bir konu) yaklaşık iki katından fazlasını ödüyoruz. Amacım, genel anlamda dağılmaya yüz tutmuş bu sosyo-ekonomik düzen içerisinde yer alan kapitalist öğelerin araçlarını tek tek çürütmek değil. Bu ancak başka bir yazının konusu olabilir. Fakat dikkat çekmek istediğim konu, yerine henüz sağlam temellere dayalı bir sistem geliştirilemese de, kapitalizm sonrası uygulanabilecek sosyo-ekonomik ve kültürel değişim dönemi için internetin sağlayabileceği paylaşım ortamlarının da şimdiden ele geçirilmiş olması.

Teknolojinin, özellikle de internetin devreye girmesiyle bu paylaşımlara sekte vuran aracı organlar sadece şekil değiştirip, farklı ortamlarda farklı yasal kuruluşlar, yasa koyucular ve dağıtım kanalları olarak karşımıza çıkıyorlar. Düzenleyici üst kurullar, yerlerini internet sağlayıcılarına, büyük plak şirketleri, yerlerini internet üzerinden ücretli yayın yapan müzik sitelerine, dağıtım şirketleri, yerlerini YouTube, MySpace, Blogger, iTunes gibi çok amaçlı ortak kullanım alanlarına bırakıyorlar. Aracıların internete taşınması olarak tanımlayabileceğimiz bu geçiş dönemi boyunca, büyük şirketlerin küçük ve bağımsız şirketleri bünyelerine katmaları ya da satın almaları sonucu, rekabet ve özellikle de muhalefet ortadan kalkıyor. Artık gerçek üretici konumundaki, birikimlerini paylaşmak isteyen (çıkar amaçlı ya da değil) bireylerin, internet üzerinden de kitlelere ulaşabilmeleri için, bu tekel konumundaki şirketlerin, devlet kurumlarının ya da internet sağlayıcılarının uyguladıkları etik düzenlemelere, tarife fiyatlarına, telif hakkı anlaşmalarına boyun eğmeleri gerekiyor. Bu düzenlemelerde devletlerin politikalarının da payı büyük. İnternet kullanımının, dolayısıyla paylaşımın yasaklandığı ülkelerde kalkınmadan, kültürden ve gelişimden bahsetmek mümkün değil. (Bu linkten daha ayrıntılı bir dünya internet kullanım haritasına ulaşabilirsiniz.)



Bireylerin birikimlerini bağımsız kanallar aracılığıyla paylaşmaları da mümkün. Ancak tanınmamış ‘üreticiler’ olarak bu yöntemle geniş kitlelere ulaşabilmeleri çok zor. Genellikle bloglar ve kişisel web sayfaları üzerinden paylaşım gerçekleştiren bireylerden başarılı olanların sayfaları da, istisnasız reklam şirketlerinin ya da arama motorları yoluyla yapılan aldatıcı yönlendirmelerin kurbanı oluyor. Buna bir de fikir ve telif hakları yasalarının karmaşıklığını ve bulanıklığını da ekleyecek olursak paylaşmak, içinden çıkılamaz bir duruma dönüşüyor. Ücretsiz olarak kullandığımızı düşündüğümüz ortak paylaşım alanları da aslında reklamlar, uygulamalar, oyunlar, kampanyalar, kişisel bilgiler ve istatistiki veriler aracılığıyla üzerimizden para kazanan girişimler. Bu tür platformlarda kendimizi rahat hissetmemizi, sıkılmamamızı ve başka arayışlar içine girmememizi sağlamak adına, sosyal yaşamın bir kopyası olarak her türlü paylaşımımızın beğeniye sunulduğu, yeniden paylaşılabildiği ve üzerine yorumların eklenebileceği bir ortam üretiliyor. Benzer beğenilere sahip bireyler, ortak topluluklarda buluşuyor, beğenilmeyen paylaşımlar dışarıda tutuluyor, izlenmiyor, yeniden paylaşılmıyor. Ve tüm bunları yaparken hiçbir ücret ödemediğimizi, yaşamın bir uzantısı olarak gördüğümüz internet paylaşımından ücretsiz faydalandığımızı düşünüyoruz. “Eğer bir bedel ödemiyorsan, müşteri değil, satılan ürün olursun.” Sadece internet için söylenmemiş olsa da, artık bir mem haline gelen bu anonim söz, internetteki paylaşımın doğasını aslında çok yalın bir biçimde anlatıyor.

İnsani bir gereksinim olarak paylaşım hakkını kullanmak isteyen bireyler üzerinden nemalanan bu kurumlar ve şirketler dışında, gerçekten faydalı işler yapmak için uğraşan girişimler de var. Bunlardan en önemlisi ‘Wikipedia – Vikipedi’ ve kurucu vakıf organizasyonu Wikimedia’nın desteklediği, sözlük, kaynak, medya gibi uygulamaları bulunan diğer viki projeleri. Wikipedia’yı kısaca kâr amacı gütmeyen, açık kodlu, ortaklaşa hazırlanan, özgür bir ansiklopedi olarak tanımlayabiliriz. 100’den fazla dilde, 3.800.00 madde üzerinde çalışan, 48.000 aktif editöre sahip ‘Wikipedia’nın Türkçe sürümü olan Vikipedi’de 200.000’e yakın madde var ve her gün yüz binlerce ziyaretçi alıyor.

Uzun süredir takip ettiğim ve internet üzerinde beni en çok heyecanlandıran girişim olarak gördüğüm bir diğer proje de ‘Kickstarter’. ‘Crowd funding’ sistemiyle çalışan, Türkçe olarak ‘kitle fonlaması’ (benim tercih ettiğim şekliyle ‘kitle yatırımı’) diyebileceğimiz bu girişimde, bir proje için gereken maddi kaynaklar, projeye ilgi duyan bireylerden elde ediliyor. Kısaca özetleyecek olursak, projelerine finansman arayan insanlar, projelerini ayrıntılı olarak açıkladıkları bir sayfa hazırlayıp, ilgili kişileri iyi bir ürün çıkartacaklarına ikna etmeye çalışıyorlar. Tamamen kitlelerin beğenileri doğrultusunda çalışan sistemde, projelere yapılan katkılar (bağışlar), farklı hediye paketleri ile ödüllendiriliyor (örneğin, yeni çıkacak bir kitap için 10$  yatırım yaptığınızda kitabın PDF sürümünü, 20$ yatırım yaptığınızda basılı kopyasını elde ediyorsunuz). Elbette bu girişimin de fikir hırsızlığı ve patent hakları gibi çözülmesi gereken büyük sorunları var, fakat popüler olandan sıkılmış ve sadece beğendiği birikimlere para harcamak isteyenler için ara sıra ziyaret edilmesi gereken bir platform. Burada daha fazla ayrıntıya girmek istemediğim için, yazımın sonunda vereceğim linklerden Kickstarter sayfasına girip, projeyi kendiniz inceleyebilirsiniz.

Bu yasal ortak kullanım alanları ve sosyal paylaşım ağlarının dışında, telif haklarını hiçe sayarak korsanlık yapan girişimler de mevcut. Günümüzde müzikten kitaplara, filmlerden oyunlara, bilgisayar uygulamalarından dizilere kadar, dijital olarak kullanımda olan medya materyallerinin büyük bir çoğunluğu, orijinalinden kopyalanıp ücretsiz bir biçimde yeniden dağıtılabiliyor. Popüler medya tarafından paylaşımın ‘karanlık yüzü’ olarak değerlendirilen bu korsan eylemlerden en çok etkilendikleri düşünülen endüstriler, genel anlamda milyonlar, hatta milyarlar kazanmaya devam ediyorlar. Bu aracı organların tek amacı, çıkartılan yasalarla teknolojinin kopyalama özelliğini ortadan kaldırmak ve kopyalanamayan, orijinal eserleri satmak. Kopyalanamayan ürünleri tek bir platformda toplamak için yazılım ürünlerinin dışında (iTunes, Amazon, Steam, PlayStation Network), kendi sattıkları orijinal ürünlerin, yine yendi kendi donanımlarında çalışması için uğraşan, bu uğurda milyon dolarlık davalar açan, hükümetlere baskı yapan şirketler var (Apple, Sony, Virgin, Verizon). Fakat internet üzerindeki paylaşımlardan elde edilecek payı kaçırmak istemeyen bu şirketlerin, rekabet ortamının iyice kızışacağı önümüzdeki günlerde, teknolojinin bütün nimetlerinden faydalanarak, tekelleşme adına yeni yöntemler geliştirecekleri de kaçınılmaz bir gerçek. Bu şirketlerin amacının, üretmemizi ve paylaşmamızı ve engelleyerek, bizi sadece kendi ürettiklerini tüketmeye zorlamak olduğunu unutmamamız gerekiyor.




(Sosyal medya teorisyeni, Prof. Clay Shirky’nin paylaşma özgürlüğümüzü koruma çağrısı yaptığı bu konuşmasını, Türkçe altyazısı ile birlikte izleyebilirsiniz.)

Sosyalleşmenin gerekçelerinden biri olarak paylaşmak, insani bir gereksinim ve her gereksinim gibi paylaşmayı da istismar eden kurumlar mevcut. Teknoloji yardımıyla sanal ortama taşınan sosyalleşmenin önünde, sadece bu kurumların istismarıyla ortaya çıkmış bir yanlış kullanım değil, aynı zamanda bireylerin kendi tercihleri sonucu yol açtıkları bir ‘yapay popülerlik’ ve kutuplaşma sorunu da var. Paylaşımların beğenilmesi ya da beğenilmemesi üzerinden çalışan ortak kullanım alanları da bu sorunları kendi çıkarları için yontup, ‘ücretsiz’ sosyal paylaşım ağları olarak hizmet sunmaya ve bu girişimlerinin korunması için her türlü ekonomik yaptırım ve yasal düzenleme için kulis yapmaya devam edeceklerinin sinyallerini veriyorlar. Çıkar amacı gütmeyen ender örneklerine rastlasak da, aracı organlardan kurtulmuş, tamamen kendi beğenilerimiz, gereksinimlerimiz ve paylaşımlarımız doğrultusunda geliştirilebilecek bir sosyalleşmeden, sanal da olsa, henüz çok uzak görünüyoruz. İnternete attıkları ilk çekingen adımdan sonra, kazançlı olduğunu anlayıp yerlerini sağlamlaştırmaya çalışan ‘içerik endüstrilerinin’, bu uğurda getirecekleri yeni düzenlemelere, yasaklara ve teknolojilere karşı hazırlıklı olmamız gerekiyor.


Referanslar: